Lexpera Blog

AYM’nin Tayfun Kahraman Kararında Tespit Edilen İhlalin Anlamı ve Sonuçları

Giriş

Anayasa Mahkemesi (AYM) Genel Kurulu 17/10/2025 tarih ve 33050 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Tayfun Kahraman kararı ile kamuoyunda “Gezi Parkı ana davası” olarak bilinen davada, cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüse (Türk Ceza Kanunu m. 312) yardım suçundan 18 yıl hapis cezası ile cezalandırılan, Taksim Dayanışması üyesi Tayfun Kahraman’ın adil yargılanma hakkı kapsamında hakkaniyete uygun yargılanma hakkının ihlal edildiğine oyçokluğu ile karar verdi.[1] AYM’nin ihlal gerekçesinin temelinde, mahkumiyet kararında Kahraman’ın eylemleri ile şiddet olayları arasında bir illiyet bağı kurulmadığı yönündeki tespit bulunmaktadır. Aynı davada yargılanan ve ceza alan diğer kişiler bakımından da büyük önem arz eden bu saptama, AYM’nin ihlal kararının ardından yeniden yapılması gereken yargılamanın seyrini doğrudan etkileyecek niteliktedir. Bu kısa yazıda, Genel Kurul kararının detaylı bir tahlilinden ziyade bu konu üzerinde durulacak ve büyük ölçüde gerekçeli karar hakkına ilişkin ilkeler ışığında ulaşılan hak ihlali kararının anlamı ve olası sonuçları tartışılacaktır.

I. Başvurunun Konusu ve AYM Tarafından Tespit Edilen İhlalin Kapsamı

Tayfun Kahraman, mahalle dernekleri, meslek odaları, sendikalar ve siyasi parti temsilcilerinden oluşan, kamuoyunda Taksim Yayalaştırma Projesi’ne karşı düzenlediği etkinliklerle tanınan ve Gezi Parkı protestolarında etkin bir rol oynayan “Taksim Dayanışması” adlı platformun üyelerinden biridir. Başvuruya konu olaylar, Kahraman’ın bu platform bünyesinde veya adına yaptığı açıklamalar, sosyal medya paylaşımları ile katıldığı toplantı ve gösteri yürüyüşlerinden ibarettir. Karardan anlaşıldığı kadarıyla, Kahraman hakkında 2013 yılında katıldığı bir gösteri yürüyüşü nedeniyle iki ayrı soruşturma başlatılmış, soruşturmaların ikisi de kovuşturmaya yer olmadığı kararıyla sonuçlanmıştır. 2014 yılında çeşitli suçların yanı sıra TCK m. 312’de düzenlenen suçtan başlatılan bir diğer soruşturma ise 2019 yılında kabul edilen iddianame ile kamu davasına dönüşmüş ve başvuruya konu mahkumiyet kararı ile sonuçlanmıştır. Gerekçeli kararda, Kahraman’ın, yabancı kişi ve kuruluşların/örgütlerin desteğiyle önceden çerçevesi çizilen bir plan ve organizasyon dahilinde hareket ederek, hükümeti devirmek amacıyla eylemler organize ettiği, bu eylemleri yurdun geneline yaymak için çaba gösterdiği, kışkırtıcı paylaşım ve çağrılarıyla şiddet olaylarının yayılmasında pay sahibi olduğu kabul edilmiştir.

AYM’ye sunulan bireysel başvuruda, ifade özgürlüğü, toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı, suçta ve cezada kanunilik ilkesi gibi başka hak ve güvencelere ilişkin şikayetler de yer alsa da Mahkeme yalnızca hakkaniyete uygun yargılanma güvencesi yönünden inceleme yapmayı uygun bulmuştur. Başvurucu hakkındaki ceza davasının mahkumiyetle sonuçlandığı ve kesinleştiği, ayrıca suça konu edilen fiillerin birtakım açıklama, paylaşım, toplantı ve gösteri yürüyüşünden ibaret olduğu göz önüne alındığında, AYM’nin bu “tercihinin” eleştiriye açık olduğunu belirtmek gerekir. AYM’nin tespit ettiği hak ihlali, bütün önemine rağmen, başvurucunun ifade ve örgütlenme özgürlüğü kapsamında kalan ve şiddet içermeyen fiilleri nedeniyle cezalandırıldığı yönündeki esas şikayetini karşılamamaktadır. Bununla birlikte, ihlal gerekçelerine yakından bakıldığında, tespit edilen ihlalin “herhangi” bir usul güvencesine ilişkin olmadığı, ceza davasının esasına etkili bir sorunu ortaya koyduğu görülmektedir.

Genel Kurul kararında, hakkaniyete uygun yargılanma hakkına ilişkin inceleme silahların eşitliği ve çelişmeli yargılama ilkeleri ile gerekçeli karar hakkı ışığında yapılmıştır. Silahların eşitliği ve çelişmeli yargılama bakımından AYM’nin işaret ettiği sorun, yerel mahkemenin mahkumiyet gerekçesinde bulunmayan bazı delillerin (iletişimin dinlenmesine ilişkin birtakım kayıtlar) ilk kez temyiz aşamasında mahkumiyete esas alınması nedeniyle başvurucunun bu delillere karşı savunma yapma imkanından yoksun kalmasıdır.[2] Silahların eşitliği ve çelişmeli yargılama ilkelerine aykırılık teşkil eden bu sakatlık, davanın esasına ilişkin bir çıkarımda bulunmaya elverişli değildir.

Buna karşın, gerekçeli karar hakkı bakımından AYM’nin işaret ettiği eksiklikler veya yetersizlikler için farklı bir değerlendirmede bulunmak mümkündür. Nitekim Genel Kurul, mahkumiyet kararına esas alınan delilleri birer birer sıralayarak bunlarla başvurucunun suçluluğu arasında bir nedensellik bağının kurulmadığını belirtmiştir.[3] AYM bu çerçevede özetle, Kahraman’ın açıklama ve paylaşımlarından hangilerinin şiddeti teşvik eden ya da şiddete özendiren ifadeler içerdiğinin gerekçede gösterilmediğini, hangi ifadelerinin kışkırtıcı nitelikte olduğunun ve hangi şiddet olaylarına yol açtığının açıklanmadığını, hangi suretle Gezi olaylarına ilişkin toplumsal ve küresel düzeyde algı oluşturduğunun ortaya koyulmadığını, dolayısıyla şiddet olaylarının meydana gelmesinde Kahraman’a yüklenen aktif rolün ne olduğunun gerekçeli karardan anlaşılmadığını kaydetmiştir. Başvurucunun “cebir ve şiddet kullanarak” hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs etmek suçundan yargılanıp mahkum edildiği dikkate alındığında, Genel Kurulun ulaştığı sonucun ceza davasının özüyle doğrudan ilgili olduğunu kabul etmek gerekmektedir.

Bunun yanında, AYM kararında olayların kabulüne ilişkin de önemli bir saptamanın yapıldığı görülmektedir. Gerekçeli kararda, Gezi Parkı protestolarının, uluslararası bağlantısı olan, önceden hazırlanmış bir plan dahilinde gerçekleştiği kabul edilmiş, bunu desteklemek için birçok farklı ülkede meydana gelen kitlesel eylemler ile bunları organize ettikleri belirtilen yabancı kişi ve örgütlerin faaliyetlerine yer verilmiştir. Ne var ki AYM yine iddialar ile başvurucun eylemleri arasında nasıl bir illiyet bağı kurulduğunun mahkumiyet kararından anlaşılmadığını ifade etmiştir: “... olayların başvurucu tarafından önceden planlandığı şeklindeki bir sonuca ulaşabilmek için başvurucu yönünden eldeki tek bulgu olaylardan önce sanıklardan biriyle mevcut olan iletişimidir. Ancak bu bulgunun tek başına önceden bir plan dâhilinde hareket edildiği sonucuna ulaşmak için yeterli olduğunu söylemek mümkün görünmemektedir.”[4] Dolayısıyla AYM’ye göre, mahkemelerin kabulü ile deliller arasında bu açından da bir bağ kurulmamış, yani kabuldeki “kurgu” dayanaksız bırakılmıştır. Bu tespitin de usule ilişkin bir eksiklikten ziyade davanın esasıyla ilgili olduğu açıktır.

Nihayet AYM, gerekçeli karar hakkı ışığında yaptığı değerlendirmede, hukuk devleti ilkesine atıfla bir başka esaslı soruna dikkat çekmiştir. Başvurucu, ceza mahkemesi önündeki savunmasında, Gezi Parkı olayları ile ilgili daha önce görülen bir davada Gezi protestolarının anayasal hak kapsamında değerlendirildiğini ve Taksim Dayanışmasının suç örgütü olduğuna dair herhangi bir delil tespit edilmediğini ve bu kararın kesinleştiğini dile getirmiştir. Mahkemelerin aynı maddi olaylar ile ilgili olarak farklı kararlar vermesi durumunda hukuk devleti ilkesinin zedeleneceğini ve hukuka duyulan güvenin sarsılacağını hatırlatan AYM, “somut olayda başvurucunun kendi davasında aynı konunun neden farklı yorumlandığına dair Mahkemelerce yeterli bir gerekçe de ortaya konulmamıştır” değerlendirmesinde bulunmuştur.[5]

Genel Kurul çoğunluğu, sonuç olarak, yukarıda özetlenen gerekçelerle, adil yargılanma hakkı kapsamındaki “bazı usule ilişkin güvencelere” uyulmaması nedeniyle yargılamanın bir bütün olarak hakkaniyete aykırı hale geldiğine karar vermiştir.[6]

II. Gerekçeli Karar Hakkı Işığında Yapılan Tespit ve Değerlendirmelerin Anlamı

Gerekçeli karar hakkı usule ilişkin bir güvenceden mi ibarettir? Genel Kurul kararına bakıldığında bu soruya açıkça olumlu yanıt verildiği görülmektedir. Gerçekten AYM, yapacağı incelemenin kapsamını belirlerken, değerlendirmelerinin “adil yargılanma hakkı kapsamında sağlanması gereken usule ilişkin güvencelere yönelik olduğuna ve bu değerlendirmelerden hareketle yargılamanın esası bakımından bu aşamada bir çıkarım yapılamayacağına” dikkat çekmekte, kararın sonunda ise tespit ettiği ihlalin “usule ilişkin güvencelere” uyulmamasından kaynaklandığını belirtmektedir.[7]

Adil yargılanma hakkı kapsamında yapılan incelemenin “mahkemeler önünde dava konusu yapılmış maddi olay ve olguların kanıtlanması, delillerin değerlendirilmesi, hukuk kurallarının yorumlanması ve uygulanması ile uyuşmazlık konusunda varılan sonucun adil olup olmaması” hususlarını kapsamadığı AYM kararlarında öteden beri ifade edilmektedir. Bunun tek istisnası, mahkeme kararlarında “bariz takdir hatası veya açık keyfîlik içeren tespit ve sonuçlar” bulunmasıdır. O halde Tayfun Kahraman başvurusunda, bariz takdir hatası veya açık keyfilik söz konusu olmadıkça mahkemelerin delillere ilişkin değerlendirmelerinin adil yargılanma hakkı kapsamında yapılan incelemeye konu olmaması gerekmektedir.[8] AYM, deliller ile başvurucuya isnat edilen fiiller arasında nedensellik bağı kurulmadığını tespit ederken acaba mahkemelerin delillere ilişkin değerlendirmelerini inceleme konusu mu yapmaktadır?

Gerekçeli karar hakkının kapsamına ve gereklerine yakından bakıldığında, çelişkili görülebilecek bu durum daha iyi anlaşılacak ve bu hakkın usule ilişkin diğer güvencelerden farkı ortaya çıkacaktır. AYM, Gerekçeli karar hakkını Anayasa m. 36’da güvence altına alınan adil yargılanma hakkının bir unsuru olarak görmekte ve kapsamını belirlerken m. 141/3’te ifade edilen “Bütün mahkemelerin her türlü kararları gerekçeli olarak yazılır” yükümlülüğünü göz önünde bulundurmaktadır.[9] Buna göre gerekçe, ilgili, yeterli ve makul olmalı, çelişki içermemeli, ayrıca gerekçede, davanın sonucunu değiştirebilecek nitelikteki iddia ve itirazlara ayrı ve açık yanıt verilmesi gerekmektedir.[10] Ceza davaları söz konusu olduğunda, “dosyaya sunulan delillerle sanık hakkındaki tespitler arasında ne şekilde bağ kurulduğu mahkûmiyet kararından anlaşılmalı”, yani “eylemlerin sübutuna dayanak teşkil eden deliller açıkça ve eylemlerle ilişkilendirilerek açıklanmalıdır”.[11]

Görüldüğü gibi gerekçeli karar hakkı, şeklen bir gerekçenin mevcut olması ve bu gerekçede birtakım unsurların bulunması zorunluluğunu aşan bir içeriğe sahiptir. Biçimsel nitelikteki bu koşullara ek olarak, gerekçenin makul ve tutarlı olması, ayrıca deliller ile suç oluşturduğu kabul edilen eylemler arasında açık bir bağ kurması gerekmektedir. Hangi delillerin hangi fiillere dayanak oluşturduğu, bu fiillerin sanığa neden ve nasıl isnat edildiği, yani deliller ile sanığın suçluluğu arasında nasıl bir bağ kurulduğu gerekçeden anlaşılmalıdır. Bu hususların tamamı bireysel başvuru kapsamında yapılan incelemenin konusunu oluşturdukça, AYM tarafından yapılan tespit ve değerlendirmelerin davanın esasına etki etmesi çoğu zaman muhtemel, bazı durumlarda ise kaçınılmazdır.

Gerekçeli karar hakkı kapsamında tespit edilen bir ihlalin davanın esasına etkisi kuşkusuz her somut olayın özgün koşullarına ve ihlale neden olan eksikliğe/yetersizliğe göre değişebilmektedir. Bu bağlamda, mahkemelerin İhmali, hatası, dikkatsizliği veya özensizliği nedeniyle ortaya çıkan sorunların davanın esasına ilişkin farklı bir değerlendirilmeye gidilmeksizin giderilmesi mümkündür. Gerekçede davayla ilgisiz ifadelerin yer alması ya da kolayca giderilebilecek çelişkilerin veya maddi hataların bulunması buna örnek gösterilebilir. Esasa etkili bir itiraz veya iddianın gerekçeli kararda karşılanmaması gibi nispeten daha önemli bir nedenle gerekçeli karar hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi durumunda, tespit edilen eksikliğin davanın sonucuna etki edip etmeyeceği konusunda öngörüde bulunmak mümkün değildir. Nitekim bu durumda mahkeme, gerekçesine ekleyeceği yeni unsurların davanın sonucunu değiştirip değiştirmeyeceğini dava dosyasını bir bütün halinde değerlendirerek serbestçe takdir edecektir. Buna karşın, gerekçeli karar hakkına ilişkin ihlal tespitinin temelinde, deliller ile suç sayılan eylemlerin ilişkilendirilmediği veya deliller ile sanığın suçluluğu arasında nedensellik bağı kurulmadığı gibi doğrudan yargılamanın esasına dair bir sorun yer aldığında, ihlal tespitinin davanın esasına hiçbir etkisinin olmadığını söylemek mümkün değildir. Zira bu olasılıkta, basit bir ihmalden veya dikkatsizlikten yahut dikkate alınmayan bir itirazdan öte gerekçedeki değerlendirme, ilişkilendirme ve hükmü temellendirme, yani davanın temel kurgusu eleştiri konusu yapılmaktadır.

Gerekçeli karar hakkının ihlaline yol açan sorunlar yukarıdaki gibi bir ayrıma tabi tutulmadıkça, AYM tarafından verilen ihlal kararlarının etkisinin doğru anlaşılması mümkün değildir. Birkaç örnek üzerinden yapılan bu “derecelendirme”, gerekçeli karar hakkı kapsamında verilen ihlal kararlarının tamamının kategorik bir yaklaşımla “usul güvencelerine ilişkin” kararlar olarak görülmemesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Bu tür kararların davanın esasına dair bir çıkarım yapmaya izin verip vermediği, ancak ihlal kararının gerekçesinin titiz bir biçimde incelenmesiyle anlaşılabilecektir.

III. Yeniden Yapılacak Yargılamada Mahkemenin Takdirinin Kapsamı

Genel Kurulun Tayfun Kahraman kararında tespit ettiği hak ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılması zorunludur. Bu yargılamayı yapacak mahkeme, “ihlal kararında belirtilen ilkelere ve gerekçelere uygun biçimde yürüteceği yargılama sonunda hak ihlalinin nedenlerini gidererek yeni bir karar” verecektir.[12] AYM’nin de vurguladığı gibi yeniden yapılacak yargılamada, doğal olarak, “delillerin dava ile ilişkisini kurma, bunları değerlendirip sonuç çıkarma ve bu sonuca dayalı olarak beraate ve mahkûmiyete karar verme yetkisi ilgili mahkemelere aittir”.[13] Kararda tespit edilen hak ihlali adil yargılanma hakkına ilişkin olduğu için AYM’nin bu yönde bir not düşmesi olağan ve teknik açıdan doğrudur. Ancak karar bir bütün olarak değerlendirildiğinde, yeniden yargılamayı yapacak mercilerin tespit edilen hak ihlalinin nedenlerini nasıl giderebileceği, yanıtlanması gereken en önemli soru olarak karşımıza çıkmaktadır. Yeniden yapılacak yargılamada, mahkumiyete esas alınan deliller ile başvurucuya atfedilen şiddet eylemleri arasında bağ kurulması gerekçede yapılacak bazı değişikliklerle mümkün müdür?

Bu soruya yanıt aramak için AYM’nin ihlal gerekçesine daha yakından bakmak gerekecektir. AYM kararının “ilkelerin olaya uygulanması” başlığı altında, mahkumiyet kararlarının gerekçeleri ayrı ayrı irdelenmiş ve ulaşılan sonuç bütün gerekçeler için aynı yönde olmuştur.[14] Bu başlıkta yapılan değerlendirmelerde, başvurucunun şiddet olaylarının yaşanmasında nasıl bir rol oynadığının ortaya koyulamadığı, hangi ifadelerinin provokatif nitelikte olduğunun belirtilmediği, bu ifadelerin ne tür şiddet olaylarına yol açtığının açıklanmadığı, hangi ifadelerinin ve faaliyetinin Gezi olaylarına dair toplumsal ve küresel bir algı oluşturduğu konusunda bir açıklama yapılmadığı, cebir ve şiddet kullanarak hükûmeti ortadan kaldırmaya teşebbüs etme olarak nitelendirilebilecek eylemlerinin ne olduğunun gösterilmediği, önceden hazırlanan bir plan dahlinde hareket ettiği sonucuna nasıl ulaşıldığının anlaşılmadığı ve bunlara benzer çok sayıda tespit yer almaktadır. Bu değerlendirmelerden kolayca anlaşılabileceği gibi somut olayda tespit edilen gerekçe sorunu, gerekçenin bir veya birkaç unsurunu değil bütününü ilgilendirmektedir. Dolayısıyla yeniden yapılacak yargılamada, gerekçeye birtakım müdahalelerde bulunularak ihlalin sonuçlarının ortadan kaldırılması objektif açıdan pek mümkün görünmemektedir.

Öte yandan, bir önceki başlıkta gösterilmeye çalışıldığı gibi mahkumiyete esas alınan deliller ile kişinin cezai sorumluluğu arasında illiyet bağının kurulamaması, usulden ziyade esas ile ilgili bir sorun olarak kabul edilmelidir. Somut olayda başvurucu hakkındaki soruşturma 2014 yılında başlatılmış ve kamu davası 2019 yılında açılmıştır. Mahkumiyete esas alınan delillerin tamamının Gezi Parkı olaylarının yaşandığı döneme ait olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla deliller uzun zaman önce toplanmıştır. Başvurucu ilk aşamada bütün suçlardan beraat etmiş, ancak istinaf mahkemesinin bozma kararıyla birlikte yeniden görülen davada mahkum edilmiştir. Nihayet mahkumiyet kararı istinaf ve temyiz kanun yollarından geçerek 2023 yılında kesinleşmiştir. Soruşturma evresiyle birlikte 9 yıl süren bu sürecin sonunda dosyadaki deliller ile başvurucunun cezai sorumluluğu arasında bağ kurulamamasının -ihlal gerekçeleri dikkate alındığında- ihmal veya özensizlikten kaynaklandığını düşünmek güçtür.

Genel Kurul kararının sonuçları hakkında yapılan bu açıklama ve yorumlar aslında kararın barındırdığı önemli bir soruna işaret etmektedir. AYM, bütün koşulların mevcut olmasına rağmen mahkumiyete esas alınan delillerin, yani başvurucunun yaptığı açıklamalar ile katıldığı toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin Anayasa ile güvence altına alınan hak ve özgürlüklerin kullanılması niteliğinde olup olmadığı konusunda bir değerlendirme yapmamıştır. AYM, cebir ve şiddet kullanarak hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs etme suçu gibi ağır bir suçtan cezalandırılan, hakkındaki mahkumiyet kararı kesinleşen ve halihazırda ceza infaz kurumunda bulunan başvurucunun, barışçıl eylemleri nedeniyle cezalandırıldığı yönündeki şikayetinin neden incelenmeye değer bulunmadığı sorusuna tatmin edici bir yanıt vermemiştir. AYM’nin zaman zaman -haksız şekilde- maruz kaldığı “aktivizm” ve “yetki aşımı” ithamlarının etkisiyle böyle bir yol izlediği düşünülebilir. Her halükarda AYM’nin, son sözü yeniden yargılama yapmakla yetkili merciye bırakarak olası tartışmaların ve “fiili direnme” kararlarının önünü kesmeyi amaçladığı görülmektedir.

Sonuç

Bireysel başvuru yolunun yürürlüğe girdiği tarihten bugüne kadar AYM çok sayıda başvuruda ifade özgürlüğü ve toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı ile ilgili şikayetleri karara bağlayarak bu alanda önemli bir birikim oluşturmuştur. Bu kararlarda, kişilerin, şiddet çağrısı veya övgüsü içermeyen düşünce açıklamaları ve barışçıl nitelikteki toplantı ve gösteri yürüyüşleri nedeniyle cezalandırılmalarının demokratik toplumun gereklerine aykırı olduğu en açık şekilde ifade edilmiştir. Tayfun Kahraman başvurusunun bu içtihat ışığında incelenmemesi kanımızca önemli bir eksiklik olarak görülmelidir.

Ancak bu eksiklik Genel Kurul kararından önemli sonuçlar çıkarılmasına mani değildir. Bu yazıda, ihlal kararında ortaya koyulan tespit ve değerlendirmelerin “usul” ile sınırlı olmadığı, “esas” bakımından da birtakım çıkarımlarda bulunmaya izin verdiği gösterilmeye çalışılmıştır. Gezi Parkı protestoları sırasında meydana gelen şiddet eylemlerinden başvurucunun sorumlu olduğunun somut delillerle ortaya koyulamadığı yönündeki tespitten yalnızca usule ilişkin sonuçlar çıkarmak kanaatimizce tutarlı ve ihlal gerekçesi ile uyumlu bir yaklaşım olmayacaktır. Yeniden görülecek davada ve başvurucunun tutukluluk haline ilişkin incelemelerde bu hususların yetkili merciler tarafından dikkate alınması beklenmektedir. Aksi takdirde bireysel başvuru neticesinde verilen kararın bir anlamı kalmayacak ve devletin insan haklarına saygı yükümlülüğü maddi içerikten yoksun, şekli birtakım formalitelere indirgenmiş olacaktır.


Dipnotlar


  1. Tayfun Kahraman [GK], B. No: 2023/98215, 31/7/2025. ↩︎

  2. § 52. ↩︎

  3. § 49-51 ve § 53-55. ↩︎

  4. § 54. ↩︎

  5. § 48 ve 56. ↩︎

  6. § 57. ↩︎

  7. § 37 ve 57. ↩︎

  8. Çoğunluk kararına muhalif kalan 5 üyenin karşıoy gerekçesi bu yöndedir. ↩︎

  9. Bkz. Sencer Başat ve diğerleri [GK], B. No: 2013/7800, 18/6/2014, § 31. AYM, gerekçeli karar hakkının kapsamını belirlerken Anayasa m. 141/3’te ifade edilen yükümlülüğü de göz önünde bulundurmaktadır: “Bütün mahkemelerin her türlü kararları gerekçeli olarak yazılır”. ↩︎

  10. Bu konuda bkz. Bezar Eylem Ekinci, “Bireysel Başvuru Yolunda Gerekçeli Karar Hakkı: Anayasa Mahkemesinin Temel Tespitleri ve İhlal Kararlarının Sonuçları”, Anayasa Yargısı, Cilt: 39, Sayı: 2, (2022), ss. 171–211. ↩︎

  11. Tayfun Kahraman [GK], B. No: 2023/98215, 31/7/2025, § 42. ↩︎

  12. § 60. ↩︎

  13. § 61. ↩︎

  14. § 49-56. ↩︎

Lexpera Blog’da yayımlanan yazılar, yazarlarının görüşlerini ifade eder. Lexpera Blog’da bir yazıya yer verilmesi, o yazıda savunulan görüşlerin On İki Levha Yayıncılık tarafından benimsendiği anlamına gelmez. Yazılar, bilgi amaçlı olup, hukuki mütalaa ya da tavsiye niteliği taşımamaktadır.
5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu ve diğer mevzuat hükümlerine aykırı ve bilimsel yazma etik kurallarını aşan iktibaslar konusunda yazarların ve On İki Levha Yayıncılık’ın rızası bulunmamaktadır.
Author image
İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Hukuk Bilimleri Anabilim Dalı