"Evet dediğiniz her şeyin size bir maliyeti olur."
- Bu bölümde konuğum Sayın Prof. Dr. Pınar Akman. Hocam, hoş geldiniz.
- Hoş bulduk. Merhaba. Teşekkürler.
- Hocam, öncelikle davetimi kabul ettiğiniz için teşekkür ediyorum. Uzunca bir süredir sizinle röportaj yapmak istiyordum, bugün gerçekleştireceğiz. Tekrar teşekkür ederim.
- Ben size teşekkür ederim beni programınıza konuk ettiğiniz için. Sağ olun.
- Akademik kariyerinizden başlamak istiyorum Hocam. Ankara Hukuk Fakültesi'nden 2002 yılında birincilikle mezun oluyorsunuz. Ardından yüksek lisansınızı yine bu programda konuk olan Prof. Dr. Sabih Arkan Hoca danışmanlığında yazdığınız tezle tamamlıyorsunuz. 2007’ye kadar da Ankara Hukuk Fakültesi'nde araştırma görevlisi olarak çalıştınız. Ancak yüksek lisansınız bittikten sonra 2004 yılında ORSAS bursuyla doktora için İngiltere'ye gidiyorsunuz. Sonrasında Ankara Hukuk Fakültesi’ndeki görevinizi de sonlandırıp İngiltere’de akademik kariyerinize devam ediyorsunuz. Sormak istediğim şey: Neden İngiltere’yi tercih ettiniz? Bu noktada motivasyonunuz ya da ilham kaynağınız ne oldu?
- Teşekkür ederim. Aslında İngiltere’yi tercih etmekten ziyade kendimi İngiltere’de buldum desem daha doğru olur herhalde. Zira benim İngiltere’ye gelmek gibi hiçbir planım yoktu aslında. Ben doktoraya başlamadan önce, master programımı bitirmek üzereyken Türkiye’de, tez savunma aşamasına gelmek üzereyken İngiltere’deki Norveç’teki East Anglia Üniversitesi’nin dekanı Ankara Hukuk’taki o zamanki dekanımız Prof. Dr. Lale Sirmen’i ziyarete gelmişti. Onların sanırım uzun süredir gelen bir arkadaşlıkları vardı akademik çerçevede. Bu çerçevede, akademik bir ziyaret sırasında ben East Anglia Üniversitesi’nin dekanı ile Ankara’da tanıştım. Hatta Prof. Dr. Şebnem Akipek ve ben onu Ankara’daki müzelere falan götürdük gezdirdik, o şekilde bir tanışıklığımız oldu. Sanırım hocalarım sağ olsunlar benim hakkımda olumlu şeyler söylemişler kendisine. O da benim doktoraya başlamak üzere olduğumu öğrendi. Ben Ankara Hukuk Fakültesi’nde Ankara Sosyal Bilimler Enstitüsünde doktorama devam edecektim, hatta şirketler hukuku konusunda doktora yapacaktım büyük ihtimalle. O bana doktoranızı İngiltere’de yapmak ister misiniz, dedi. Ben de hiç tahmin etmediğim beklemediğim bir teklif ile karşılaşmış oldum. Onun üzerine işte biraz düşündüm, hocalarıma danıştım, kürsüdeki hocalarımla konuştum. O şekilde kendimi İngiltere’de buldum. Aslında hiç böyle bir planım yoktu.
- Yüksek lisans tezinizde sanıyorum şirketler hukuku çalıştınız. Ama İngiltere’ye gittikten sonra rekabet hukukuna yöneliyorsunuz. Rekabet hukuku tercihinizin sebebi neydi Hocam?
- Sizi gene hayal kırıklığına uğratacağım ama o da yine bir tesadüf sonucu oldu. Dediğim gibi ve sizin de tespit ettiğiniz gibi, benim master çalışmam şirketler hukuku üzerindeydi. Daha sonra doktora çalışmam da şirketler hukuku üzerinde olacaktı. Zira Ankara Hukuk’ta o zamanlarda kürsüde şirketler hukukuna ihtiyaç vardı açıkçası. Fakat rekabet hukuku çalışmam da yine bu tesadüfler silsilesi sonucunda East Anglia Üniversitesinde o tarihlerde yaklaşık beş milyon pound karşılığında bir araştırma bursu ile kurulmuş bir rekabet politikası araştırma merkezi vardı. Economic and Social Research Council denen bu İngiltere’deki, yani Türkiye’deki TÜBİTAK’ın dengi, bir araştırma konseyi diyeyim. Onun verdiği bir burs East Anglia Üniversitesi’ne veriliyor ve East Anglia Üniversitesinde İngiltere’de ve hatta dünyada bir ilk olacak şekilde disiplinler arası rekabet politikası araştırma merkezi kuruluyor. Tam da 2004 senesinde, benim doktoraya başlayacak olduğum sene bu araştırma bursu ile bu merkez kuruluyor. O sebeple de yine East Anglia Üniversitesinin hukuk fakültesi dekanı bana bu aralar rekabet hukuku çok önemli bir alan biz de böyle beş milyonluk bir grant aldık bununla bir araştırma merkezi kuruyoruz rekabet hukuku düşünürsen rekabet hukuku çalış isterim, tavsiye ederim doktora konusu olarak dedi bana. O noktaya kadar aslında ben hiç rekabet hukuku dersi de almamıştım. Hukuk fakültesinde rekabet hukuku dersi bizde seçmeli olarak vardı ama ben almamıştım. Çünkü yanlış hatırlamıyorsam rekabet hukuku dersi ile hukuk İngilizcesi dersi çakışıyordu, ikisi aynı anda alınamıyordu. Dolayısıyla ben rekabet hukuku almak yerine hukuk İngilizcesi derslerine devam etmiştim fakültede. Dolayısıyla ben rekabet hukuku doktorası yapmaya karar verdiğimde daha önce hiç rekabet hukuku da çalışmamıştım. Daha önce hiç İngiltere’ye de gitmemiştim zaten ama işte böyle oldu…
- Evet. Tabi Hocam İngiltere’de on yılın üzerinde bir akademik tecrübeniz var. Bu dönemde özellikle bu akademik kariyerinizde sizi en çok zorlayan şey neydi?
- Akademik kariyerin sanırım her aşamasının kendine özgü zorlukları var diyeyim. Ama ben 2007 yılının sonuna doğru yardımcı doçent olarak çalışmaya başladı, on üç on dört sene oldu işte. Benim için en zor kısım ilk doktora kısmıydı diyebilirim. Çünkü belki de kendimi böyle tesadüfler sonucunda İngiltere’de rekabet hukuku üzerinde doktora yapıyor olarak bulduğum için de olabilir tabii. Çünkü ben pek hazırlıklı değildim bu konuda doktora yapmaya. Benim sıfırdan rekabet hukuku öğrenmem gerekti rekabet hukuku doktorası yapabilmek için. Tabii fark ettim ki bu arada iktisat ve ekonomi alanlarında yeterince bilgi sahibi olmadan aslında rekabet hukuku çalışmak mümkün değil. Dolayısıyla tabii doktoranın özellikle ilk bir yılı oldukça bocaladım ben. Hatta doktora konumu üç kere değiştirdim. Sanırım o en zor zamanı doktoranın ilk yılıydı. Ondan sonra doktoranın sonuna doğru, doktorayı bitirebilme stresi o süreç de zor bir süreçti ama İngiltere’de bir de başka yerlerden farklı olarak doktora süreci çok yalnız bir süreç. Hiçbir ders kısmı yok mesela, Türkiye’de ilk bir sene ders alıyorsunuz ondan sonra tez aşamasına geçiyorsunuz. İngiltere’de doktora yapmak istediğinizde başladığınız gün itibarıyla tez aşamasındasınız, hiçbir ders yok. Dolayısıyla siz ve danışmanınız var sadece. Bu tabii stresli bir süreç aslında yani. Ve sanırım insan o doktoranın stresini üzerinden atabildiği zaman, doktora bittiği zaman aslında, akademik kariyerin geri kalan sürecindeki zorluklar aslında doktora sürecine göre daha kolay zorluklar oluyor. Dolayısıyla benim için en zor süreç doktora süreciydi diyebilirim.
- Özgeçmişinize baktığımda Hocam, İngiltere’de yüksek kaliteli bir öğretim deneyimi için buna özgü oluşturulmuş bir kurs ya da sertifika programı olduğunu öğrendim: Siz de bu dereceye sahipsiniz. Derecenin adı "post-graduate certificate in higher education practice”. Bu kurs ya da sertifika programından efektif bir ders yönetimine ilişkin neler öğrendiniz?
- Bu sertifika programı İngiltere’de, en azından benim akademisyenliğe başladığım zamanda, herkesin yapması katılması gereken bir sertifika programıydı zaten. Size şöyle biraz bilgi vermem gerekirse İngiltere’de Amerika’da olduğu gibi, Amerika’da buna tenure track deniyor, İngiltere’de de probation deniyor. İngiltere’de genellikle yardımcı doçent seviyesinde göreve başladığınızda iki ila üç yıl boyunca probation denen süreçten geçiyorsunuz ve o süreç içerisinde aslında sizin sözleşmeniz daha kalıcı bir sözleşme değil. Hani kalıcı olma potansiyeli olan bir sözleşme ama bu ilk iki senenin sonucunda bir değerlendirme yapılıyor sizin hakkınızda ve onun üzerine üniversite “evet devam edin” veya “devam etmeyin” şeklinde bir karar veriyor diyeyim. O kapsam sürecinde işte yeni göreve başlayan akademisyenlerin de bu higher education practice denen programa katılmaları gerekiyor. Bu programdan ne öğrendim? Bu programın en önemli katkılarından biri şu oldu: Birincisi lisans üstü derecelerde, özellikle doktora programlarında danışmanı olduğunuz öğrencilerle olan ilişkinizi nasıl yönetebileceğiniz şeklinde bilgiler. Tabii bu işin genel kapsamı olarak hukuki kapsamını da içeriyor. Yani üniversitenin doktora öğrencilerine karşı yükümlülükleri nelerdir, sizin bir danışman olarak bunları biliyor olmanız lazım. Hem bu şekilde bilgilendirici hem de uzun süreli bir ilişki olduğu için doktora öğrencisi ve danışman arasındaki ilişkili bunun etkin yönetimine dair bilgiler. Ders verme konusunda da herhalde öğrendiğim en önemli nokta şu oldu: Sizin verdiğiniz dersin ne kadar başarılı bir ders olduğunu ancak dersinizi alan kişiler değerlendirebilir. Dolayısıyla bu sertifika programı içinde yapılması gereken şeylerden biri benim mesela o zamanki fakültedeki diğer akademisyen arkadaşlarımdan birini, arkadaş dediysem meslektaşlarımdan birini, benim dersime davet edip mesela benim danışmanım veya başka bir öğretim üyesi benim derslerime gelip not tutuyor ve her dersten sonra buluşup görüşüyoruz yani. Bence nasıl geçti o ders? Ona göre nasıl geçti? Bu şekilde feedback yani karşıdaki dinleyici bir kişi size nasıl bir yorum yapıyor ve kendinizi bir sonraki ders için nasıl geliştirebileceğiniz yönünde tavsiyeler veriyor. En önemli katkısı bu oldu sanırım. Mesela benim açımdan ben çok hızlı konuşuyorum. Şimdi de çok hızlı konuşuyor olabilirim tabii. Benim öğrendiğim şeylerden biri “Çok hızlı konuşuyorsun, biraz yavaşlaman lazım” ve bu benim zaten akademik kariyerim boyunca defalarca aldığım bir yorum, biraz yavaşlamanız lazım şeklinde. Bunu size gelip üniversite birinci sınıftaki bir öğrenci söylemeye çekinebilir, o sizi tabii hoca olarak görüyor, rahatlıkla gelip “Hocam çok hızlı konuşuyorsunuz” demeyebilir ama başka bir öğretim elemanı olan bir meslektaşınız geldiğinde “Çok hızlı konuşuyorsun, biraz yavaşlaman lazım” şeklinde bir yorum daha rahatlıkla yapılabilen bir yorum olduğu için böyle faydaları oldu diyeyim bu sertifika programının.
- Hocam bizde, Türkiye’de, sistematik bir şey yok anlattığınıza dair ama ben de ilk asistan olarak bir pratik derse girmiştim. O sırada Ünsal Hoca beni izlemişti, işte feedback verecekti dersin hemen ardından. Dersten çıktık, dedi ki: “Her şey iyi güzel de öğrenciler senin düşmanın değil arada gülümsemelisin onlara.”
- Tabii o da var.
- Yani feedback gerçekten insanı geliştiriyor ve anladığım kadarıyla İngiltere’de bu öğretim üyelerinin kendileri arasında birbirlerinin derslerine girerek aslında onların gelişimini sağlayacak bir mekanizma ve sistematik olarak belirli bir düzen içinde uygulanıyor yani değil mi bu?
- Tabii tabii. Mesela benim o sertifika derecesindeki aktiviteleri gerçekleştirmem gerekiyordu, probationı bitirip kalıcı sözleşmeye geçebilmek için. Dolayısıyla beni gözlemlemeye gelen meslektaşımız bu konuda bir rapor yazıyor mesela ve o rapor benim probation'dan çıkıp sözleşmenin kesinleşmesi noktasına gelebilmesi için hazırlayacağım portfolyonun bir parçası olarak teslim ediliyor. Bunun dışında öğrencilerden de zaten İngiltere’de senede iki kere feedback istiyoruz ki bu probation ile alakalı değil, her sene akademisyenin derecesi ne olursa olsun her ders için senede iki kere zaten öğrenciler feedback formu dolduruyorlar. Eğer feedbacke yönelik derste yapılabilecek bir değişiklik varsa dersin içeriği olabilir, veriliş tarzı olabilir, o değişiklikler her zaman için yapılıyor benim gözlemlediğim kadarıyla.
- Doktoranızı 2008’de İngiltere’de bitiriyorsunuz Hocam ve bundan yalnızca beş sene sonra profesör olarak çalışmaya başlıyorsunuz. Saymaya cüret edilmeyecek kadar çok ödülünüz ve ödül adaylığınız var ve bunlar Avrupa ve Amerika'da kendi alanınızın en prestijli ödüllerinden. 2017 yılında kazandığınız Philip Leverhulme ödülü bunlardan yalnızca bir tanesi. Misafir araştırmacı, danışman, konuşmacı sıfatlarıyla İngiltere’nin kurumları dışında, ABD’de, Avrupa’da diğer uluslararası kuruluşlarda görevleriniz var. Uzmanlık alanınıza dair bilgilerinizi New York Times, BBC World, Euronews gibi çeşitli kanallarda paylaşmaya devam ediyorsunuz. Örneğin ben BBC World'ün yayınladığı "Teknoloji devleri bölünmeli mi" konulu münazaranızı izlemiştim, orada da dört münazırdan biriydiniz siz. Şu an devam eden iki önemli araştırma projesini yönetiyorsunuz. Sizinle ocak ayından itibaren devam eden iletişimlerimden anladığım kadarıyla annesiniz de. Bütün bunlardan hareketle sormak istediğim şey zamanınızı nasıl yönetiyorsunuz?
- Zamanımı nasıl yönetiyorum? Zamanımı aslında çok iyi yönetemiyorum açıkçası. Çünkü her zaman aklımda yazmayı istediğim, yazmayı düşündüğüm ama yazmaya fırsat bulamadığım bir makale bir kitap var. Yani zamanı yönetmek konusunda ben ancak bu son bir iki yılda biraz daha stratejik bir şekilde hareket etmeye başladım. O da şunu fark ettim ki zaman gerçekten çok hızlı geçiyor ve insanın bir noktada artık hayır demeyi öğrenmesi gerekiyor. Hayır demek kolay bir şey değil ama mecburen bazen hani yapmak isteyeceğim ama yaparsam zamanlamanın iyi olmayacağı ya da onu yaparsam başka bir şeyi yapamayacağımı fark ettiğim hususlarda hayır demek zorunda kalıyorum. Belki biraz da rekabet hukukunun iktisatla çok yakın bir alan olmasından dolayı biraz da ekonomist gibi düşünmeye başladım. Her şeyin bir maliyeti var ve zamanın maliyeti çok yüksek tabii. Çünkü zaman en sınırlı üretim kaynağı diyelim. Zamanı yönetmek için insanın dolayısıyla bir strateji belirlemesi gerekiyor. Önümüzdeki bir sene için olabilir, önümüzdeki beş sene için olabilir. Ne gibi amaçlarım var? Bu önümüzdeki bir sene içinde ne yapmam lazım? Profilimi nasıl geliştirmem gerekir? Kariyerimde şimdiye kadar yapmadığım ne var? Bunları düşünerek insanın bir çerçeve çizmesi gerekiyor kendine. O çerçeveyi çizdikten sonra da örneğin ben önümüzdeki sene için, bilmiyorum daha çok uluslararası sunum yapmam gerektiğine karar verdiysem belki gelen uluslararası sunum davetlerine belki daha olumlu bakarım ama diğer davetlere mecburen hayır derim. Evet cevabı verdiğiniz her şeyin bir maliyeti olduğunu düşünmek gerekiyor sanırım. Zamanımı o şekilde biraz daha iyi değerlendirmeye başladım son zamanlarda ama tabii İngiltere’ye mi özel bilmiyorum başka ülkelerde nasıl, İngiltere’de aslında akademik kariyerde ne kadar ilerlerseniz yükünüz bir nevi o kadar artıyor. Özellikle idari anlamda yük gittikçe çok fazla artıyor. Dolayısıyla benim kendi tecrübelerime göre idari görevlerin, üniversitenin kendi tabi ettiği zamanlama süreçleri var. Mesela ben bir merkezin direktörlüğünü yapıyorsam diyelim ki üniversite benim bir senede yüz saatime mal olacağını düşüyor, bana bu şekilde bir belirlemede bulunuyor. Sanırım zamanın iyi değerlendirilebilmesi için bu şekilde hesaplanmış o idari görevlerin, o yüz saatin dışına çıkmaması ve yüz saatte ne yapılabiliyorsa onun yapılması gerekiyor yoksa çünkü bir sürü idari görev o kadar uzun zaman alıyor ki bütün bir seneyi sadece bu idari görevleri mükemmelleştirmek için harcayabilirsiniz. Ama tabii akademisyenlerden beklenen o kadar çok şey var ki. Bir taraftan idari görevler bir yandan ders verme bir yandan araştırma yapma… Yani bunların hepsini dengelemek gerekiyor zamanı yönetebilmek için.
- Anladığım kadarıyla hocam öncelikleriniz belirliyorsunuz ve sonrasında da belki biraz rekabet hukuku alanında çalışmanın etkisiyle sayılar üzerinden neye ne kadar zaman ayırmanız gerektiğini hesaplıyorsunuz.
- Evet. Fayda ve maliyet analizi yapmak gerekiyor.
- Dergi yayıncılığına geçmek istiyorum, akademik dergi yayıncılığı. Oxford Journal of Legal Studies, European Law Review, Journal of Business Law gibi itibarlı dergilerde yayınlarınız var. Birçok itibarlı dergide de bildim kadarıyla hakemlik yapmaya devam ediyorsunuz. Tabii bir yandan da artık o eski akademik yayıncılık kalıpları bulunmuyor çünkü dijitalleşmenin katmerlenerek arttığı bir akademik dünyadayız ve halen maalesef belki akademik yayıncılığın kapalı erişim politikaları aracılığıyla sürdürüldüğü bir akademik çevrede çalışmalarımızı devam ettiriyoruz. Siz bu kapalı erişim politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz bir rekabet hukukçusu olarak?
- Siz bahsetmesiniz ben zaten bahsedecektim rekabet hukuku kısmından. Yani rekabetin pek olmadığı bir alan aslında bu akademik yayıncılık sektörü. Benim açıkçası iş modelini de kabul etmekte zorlandığım bir sektör. Şöyle ki akademik yayıncılık sektörüne bakarsak eğer, mesela dergileri alalım, dergiler hakemlere hiçbir ücret ödemiyorlar, dergiler yazarlara da hiçbir ücret ödemiyorlar ve sanırım dergiler hatta editörlere de zaten hiçbir ücret ödemiyorlar fakat ücret karşılığı olmaksızın hem hakemler hem yazarlar hem editörler bu dergilere katkıda bulunuyor. Çünkü hakemler, yazarlar ve editörler olmazsa dergiler olamaz zaten. Fakat sonra ne yapıyor akademik yayıncılar? Bu dergileri üniversitelerin kütüphanelerine para karşılığı satıyorlar. Yani aslında iş modelini düşünürsek açıklanması çok zor bir iş modeli bu. Akademik yayıncılık, katkı yapanlara hiçbir ücret verilmeden üzerinden kâr elde edilebilen bir üretim sistemi. Rekabet hukuku açısından bu rekabetin yeterince olmadığını gösteriyor. Çünkü rekabet olsa hem daha kaliteli yayın bulabilmek açısından hem belki editörlere yaptıkları katkının karşılığında bir ücret ödemek açısından bu şekilde faktörler görürdük aslında, ki görmüyoruz. Şöyle bir rekabet oluşabilir akademik yayıncılık piyasasında, Amazon biliyorsunuz kitap basmaya başladı. Yani bir akademik yayıncıya gitmek yerine Amazonda aslında kendi kendinize kitabınızı basabilirsiniz. Ama tabii burada da prestij konusu gündeme geliyor. Bizim gibi akademisyenlerin akademik kariyerlerini ilerletebilmeleri için prestijli yayınevlerinin, prestijli dergilerin basacağı yayınları yapmaları gerekiyor. Dolayısıyla belki gelecekte bir gün bu dediğiniz gibi dijitalleşmenin getirdiği bir rekabetçi baskı olabilir diye düşünüyorum akademik yayıncılıkta ama şu anda pek yok sanırım. Ha kapalı erişim hakkında ne düşünüyorum? Onu da açıkçası çok yanlış buluyorum. Hatta tabii buradan da yeni bir kâr etme yöntemi çıkartıldı. Şimdi kapalı bir yayınınızı açık yapmak isterseniz bunu ücret karşılığı yapabiliyorsunuz. Bu da tabii dediğim gibi zaten soru uyandıran bir iş yöntemini daha da açıkçası garipleştiren bir yöntem.
- Ben de tam onu soracaktım Hocam. Kapalı erişim dergiler bir de açık erişim için yazarlardan ayrıca ücret istiyor.
- Şöyle tabi, ben mesela ne yapıyorum? Ben yazdığım her yazıyı SSRN denen bir internet sitesi var biliyorsunuzdur zaten hemen hemen herkes böyle yapıyor. Her yazdığım yazıyı açık erişim olsun diye SSRN’ e yüklüyorum, herkes her yerden ulaşabiliyor. Ama tabii bunun da önüne geçen telif hakkı, lisans gibi fikri mülkiyet hakları var. O da tabii artı bir nokta ki bazen dergiler yayın yaptığınızda fikri mülkiyet hakkını da onlara vermenizi istiyorlar. Onun üzerinde tabii o şekilde bir anlaşmaya girdikten sonra SSRN’e açık erişim olarak koymanız mümkün olmuyor o yayını. Ben şahsen reddediyorum eğer reddetmem mümkünse. Yakınlarda mesela bir dergiden böyle bir talep geldi bana. Biz fikri mülkiyetinizi, telif hakkınızı bize vermenizi istiyoruz standart olarak, dedi. Ben de üzgünüm ama telif hakkımı size veremem, dedim. Ondan sonra aslında o değişikliği yaptılar. Tamam o zaman fikri mülkiyet hakkınızı almayalım sizden. Yani aslında böyle de bir pazarlık yapılabiliyor dergilerle demek ki. Ben de bunu ilk defa yaptım, ilk defa gördüm. Ama genel olarak kapalı erişimi olumlu bulmuyorum, dediğim gibi zaten sanırım rekabet otoritelerinin de aslında incelemesinin gerektiği bir pazar akademik yayıncılık pazarı.
- Şimdi daha çok Hocam lisans üstü döneme ve sizin alanınız olan rekabet hukukuna geçmek istiyorum. Siz özellikle teorisiyle uygulamasının birbiriyle son derece senkronize olarak hareket ettiği bir alanda çalışıyorsunuz, rekabet hukuku alanında. Nitekim örneğin birçok Avrupa Birliği kurumunda akademisyen olarak uygulamayı doğrudan besleyen görevleriniz de bulunuyor. Uygulamanın benim görebildiğim kadarıyla akademik bilgi birikiminden beslenmesi, Avrupa'da kurumsal bir kültürün aslında doğal neticesi. Orada paydaşlar bir yasanın hazırlık çalışmasında ya da yasanın uygulama çalışmaları esnasında mutlaka görüş belirtebiliyorlar. Türkiye'de ise maalesef, durum olması gerekenden çok uzak bir noktada. Paydaşlar, kendilerini ilgilendiren meselelerde çoğu zaman söz sahibi olamıyor ve bunu cumhuriyetin yüzüncü yılına yaklaşmamıza rağmen halen oluşturabilmiş değiliz bir kurumsal kültür olarak. Sormak istediğim şey, bu kurumsal kültür Avrupa’da nasıl bu aşamaya gelmiş?
- Hiçbir kanun, hiçbir önemli kanun en azından, AB seviyesinde ya da İngiltere’de bir konsültasyon sürecinden geçmeden değiştirilmiyor benim gözlemlediğim kadarıyla. Bu konsültasyon süreci de herkesin katkıda bulunabileceği bir konsültasyon süreci. Rekabet hukukundan örnek vereyim yine, dijital pazarlara uygulanacak yeni bir kanun çıkma planı var şu anda. Çeşit çeşit konsültasyon seviyeleri, noktaları var ve herkes bu süreç içerisinde kendi görüşünü AB komisyonuna bildirebiliyor. Halka da açık zaten bu. Bunu bildirebilmeniz için bir akademisyen olmanız, bir şirket görevlisi olmanız gerekmiyor. Herkes zaten bu tür konsültasyonlara katılabiliyor ve daha sonra bu konsültasyonu yapılmış olan bütün katılımların konsültasyonu yöneten kurum tarafından değerlendirilmesi gerekiyor. Dolayısıyla mesela AB yeni bir kanun çıkaracaksa biz konsültasyona gittik, konsültasyona şu şekilde katkıda bulunuldu, mesela şirket yöneticileri şöyle bir kanun çıkmasını istiyor, vatandaşlar böyle bir kanun çıkmasını istiyor, akademisyenler şöyle bir katkıda bulundular şeklide… Bunlar derleniyor ve bunların sonuçta hangi yoldan gidildiğine ve hangi yoldan gidilmediğine dair AB’nin, komisyonun bir açıklama yapması gerekiyor. Biz neden vatandaşların istediğini yapmadık da şirket sahiplerinin istediğini yaptık ya da tam tersi şeklinde bir açıklama yapılması gerekiyor. Bunlar zaten kanunlarla düzenlenmiş prosedürler içerisinde gerçekleşen hareketler. AB komisyonu bunu yapmak zorunda zaten, belli kanun tasarıları olduğunda. Bu şekilde herhalde dolayısıyla bir alışkanlık mı oluşmuş diyeyim? Yöntem bu yani, kanun yapma yöntemi. Tabii şunu da söylemek gerekir. Bu mükemmel bir sistem mi? Aslında tabii konsültasyon sürecine gidilmesi çok doğru bir şey ama tabii konsültasyon sürecinden sonra yapılan katkılardan hangi yönde ilerleme yapılacağına dair karar yine sonuçta aslıdan büyük ihtimalle politik sebeplerle verilen kararlar. Dolayısıyla hani bu yapılan konsültasyonlar sonuçta yapılan kanunları ne kadar etkiliyor onu bilmiyorum ama en azından görüntü itibariyle konsültasyon olduğu için bütün önemli kanun aşamalarında kim olursanız olun bu sürece katkıda bulunma imkanınız var.
- Resmi gazete yayıncılığı da benzer şekilde görebildiğim kadarıyla. Mesela AB’nin ilgili bir direktifine AB resmi gazetesi sayfasına girdiğiniz zaman bütün süreci bir zaman tüneli halinde, hangi aşamalarda işte komisyon ne demiş, hangi taslağı sunmuş, komisyonun sunduğu bu taslağa parlamentonun hangi komitesi nasıl bir görüş sunmuş, bu konseyde nasıl şekil almış tekrar bu süreci ayrıntılarıyla görebiliyorsunuz. Dediğiniz gibi belki bu alanda yasal zorunlulukların da bulunması AB’ni bu noktaya taşımış durumda.
- Evet. Hatta ben geçtiğimiz günlerde yeni fark ettim. AB parlamentosunun da bu yasama sürecine ait kendi siteleri var. Onlar mesela bir tren yapmışlar, yasama süreci treni demişler adına da. Ve kaçıncı noktada, yani hangi numaralı noktada şu anda bu yasama süreci şeklinde görsel olarak da göstermişler. Uzun bir tren yapmışlar, otuz tane duracağı nokta var diyelim ki, birinci aşamada komisyon taslak hazırladı, ikinci aşamada ne var, üçüncü aşamada ne var… Nerede konsültasyon var bunları da görebileceğiniz şekilde. Yani demokratik sürecin parçaları bunları değerlendirmek gerekiyor herhalde.
- Rekabet alanına girmişken Hocam, yine bu alanın dijitalleşmesiyle olan ilişkisinden bahsetmek istiyorum. Rekabet hukukunun 19. yüzyıl sonlarında ABD’de Sherman Act ve Clayton Act'le doğduğu kabul ediliyor zannediyorum. Tabii o zaman konu petrol rafinerileri, tren yolları ve tarım ürünleri gibi geleneksel ürünler. Bugünse rekabet hukukunda artık dijital piyasaların, çevrimiçi platformların ve belki yapay zekanın payı giderek artıyor. Sizin çalışmalarınız da görebildiğim kadarıyla dijital ekonomi üzerine yoğunlaşmış durumda. Sizce bu rekabet hukuku alanında yaşanan dijitalleşme furyası, her hukuku alanı açısından kaçınılmaz bir sonuç mu olacak? Yoksa bu, rekabet ve sözleşme hukuku gibi özel bazı alanlarla mı sınırlı kalacak?
- Rekabet hukukunda gerçekten bir dijitalleşme furyası var şu anda. Hemen hemen her hafta birkaç tane ben doktora tezi projesi alıyorum öğrencilerden, hemen hepsi rekabet hukukunun dijital piyasalara uygulanması alanında. Yani dijitalleşme furyasının rekabet hukuku ile sınırlı kalma ihtimali olduğunu sanmıyorum. Zaten işte şu an diğer alanlara etkisini görüyoruz. Anayasa hukuku çalışanlar bile İngiltere’de, dijitalleşmeden etkilenmiş durumdalar. Neden? Çünkü çok büyük insan hakları soruları var tabii. Protesto hakkı, insan hakları bunlar hep dijitalleşme sürecinden etkilenen alanlar. Dediğiniz gibi sözleşme hukuku olsun, haksız fiil hukuku olsun yani hem özel hukuk alanlarında hem genel hukuk alanlarında zaten dijitalleşmenin ve yine globalleşmenin dokunmadığı bir nokta çok kalmadı sanırım. Yani anayasa hukuku tarihi çalışıyorsanız tabii ki belki dijitalleşme doğrudan çalışma alanınızı etkilemeyebilir ama büyük ihtimalle araştırma metotlarınızı etkileyecektir dijitalleşme. Bunu söylemişken şunu da söyleyeyim. Richard Posner’ın bir sözü var: “At hukuku diye bir hukuk alanı yoktur.” Attan at arabasına, at arabasından arabaya geçtiğimizde bunların her biri için biz çeşit çeşit hukuk alanları yaratmadık. Belirli hukuk prensipleri, her alana uygulanan hukuk prensipleridir ve tabii şimdi hayatımızda dijitalleşme bu kadar arttı diye tarım ürünler hukuk alanından çıkmıştır ya da tren yolu hukuk alanından çıkmıştır diyemeyiz. Çünkü hala tarım ürünleri de, tren yolları da, petrol istasyonları da yine hukukun alanına dahil olan ve belki de aslında uygulamada uygulamacıları daha çok meşgul eden alanlar. Mesela bakarsak zaten dijital platformlarla ilgili kaç tane dava var? AB adalet divanı önünde üç dört tane temyiz davası var bu konuda. Ama diğer alanlara bakarsak, yani daha geleneksel alanlara bakarsak, çok daha fazla sayıda hala uyuşmazlıklar var. Dediğim gibi pratikte geleneksel dediğimiz alanlardan çıkacak uyuşmazlıklar aslında daha sanırım uzun bir süre dijitalleşmeden çıkacak uyuşmazlıklardan daha çok zaman harcanacak uyuşmazlıklar diye düşünüyorum. Dolayısıyla evet bir dijitalleşme furyası var ve bunun rekabet hukuku ile sınırlı kalacağını sanmıyorum ama geleneksel alanlardaki hukuki problemleri de göz ardı etmemek lazım diye düşünüyorum. Zaten işte bana rekabet hukuku ve dijitalleşme ile ilgili bir doktora çalışması önerisi geldiğinde ben açıkçası bunu pek tavsiye etmiyorum, kendi öğrencilerime de hiç tavsiye etmedim. Benimle çalışmak isteyen öğrencilere de de tavsiye etmiyorum. Çünkü doktora yapmak açısından üzerinden hiç literatürün ortak bir görüş birliğine varmadığı, yerince dava olmayan, yeterince mahkeme kararı olmayan, konuların her gün değiştiği bir alanda doktora yapmak zaten zor olan bir süreci çok daha zorlaştıracaktır diye düşünüyorum. Dolayısıyla benim danışmanlığımda doktora yapmak isteyen öğrencilere ben, bana geleneksel alanlarda proje yaparak gelirseniz tercih ederim diyorum. Çünkü öğrencileri zorluyor bu konularda çalışmak.
- Zaten rekabet hukuku alanı diğer hukuk alanlarına göre çok daha yeni ve genç. Bir de onun içinde dijital bir şey çalışınca işler iyice karmaşık bir hal alıyor zannediyorum.
- Daha da zorlaşıyor, evet.
- Hocam, rekabete ilişkin açık erişim-kapalı erişim politikalardan bahsettik akademik yayıncılıkta ve orada siz de aslında rekabetin olmadığını bir anlamda belirttiniz. Gözlemleyebildiğim kadarıyla rekabetin olmadığı alanlardan bir tanesi de ironik bir şekilde rekabet hukuku çalışan hukuk ofisleri. Butik ofisler bulunmakla birlikte hem Türkiye’de hem dünyada rekabet hukuku çalışan hukuk ofisleri bakımından bahsettiğim gibi rekabet hukukunun amacını aksine belki bir tekelleşmeden bahsedebiliriz. Bu sebeple son olarak şunu sormak istiyorum aslında: Rekabet hukuku alanında çalışmak isteyen genç hukukçular için hangi yol ve yöntemleri takip etmelerini önerirsiniz?
- Teşekkürler. Evet haklısınız, bunun ben de farkındayım. Bir de tabii aynı konu bir de iktisadi danışmanlık şirketlerine de yansımış sanırım. Dünya çapında büyük iktisadi danışmalık şirketi de az sayıda var yine. Hem hukuk firmaları açısından hem iktisadi danışmanlık açısından çok fazla rekabet yok mu? Bu belki hukuk fakültesi öğrencileri ve daha sonraki akademisyenlik hayatında akademisyenlerin ilgileri ile mi alakalı ondan da çok emin değilim açıkçası. İngiltere’de kaç tane rekabet hukuku çalışan akademisyen var diye bakarsanız o da aslında çok fazla değil. Aynı şekilde Amerika’da da çok fazla değil. Yani neden rekabet hukuku ilgi mi çekmiyor? Ya da mesela Türkiye’de bildiğim kadarıyla rekabet hukuku alanında doçentlik ya da profesörlük mümkün değil sanırım. Doçentlik ve profesörlük için tanınan alanlardan değil. Bunun nasıl etkileri var? Bu yüzden mi acaba sayı kısıtlı kalıyor bunu bilmiyorum. Ama rekabet çalışmak isteyecek hukukçulara tavsiyem birincisi iktisat öğrenmeleri. Çünkü dediğim gibi çok iyi bir iktisat tabanı olmadan rekabet hukukunu öğrenmek, anlamak, anlatmak imkansız diyebilirim. Bu tabii işi biraz daha zorlaştırmış oluyor çünkü bir alan değil iki alan öğrenmeniz gerekiyor. Ama Türkiye’de İngiltere’dekinin aksine, hala öyle mi bilmiyorum ben okuduğumda öyleydi, iktisat zorunlu bir ders. Yani İngiltere’de mesela böyle bir şey yok. İngiltere’de zorunlu bir ders değil iktisat, hatta seçmeli ders dahi değil. Türkiye’nin böyle bir avantajı var, rekabet hukuku isteyenler açısından. Diğeri de tabii yine yabancı dil. Çünkü rekabet hukuku alanında dünyadaki bütün rekabet hukuklarını etkilemiş olan iki tane rekabet hukuku var. Biri AB rekabet hukuku, diğeri Amerika rekabet hukuku. Aslında her ülkenin rekabet hukukunun kaynağı ya Amerikan rekabet hukuku ya da AB. Dolayısıyla bu kaynak kanuna alışabilmek için yabancı bir dil bilmek, en azından İngilizce bilmek gerekiyor diye düşünüyorum. Dolayısıyla hem iktisat hem İngilizce konusunda kendilerini geliştirmelerini tavsiye ederim geleceğin hukukçularına.
- Vakit ayırdığınız için çok teşekkür ediyorum Hocam. Keyifli bir program oldu.
- Ben teşekkür ediyorum. Çok sağ olun davet ettiğiniz için. Çalışmalarınızda başarılar dilerim.