Hukuk Atölyesi #17'nin Konuğu: Prof. Dr. Ünal Tekinalp
Hukukta İngilizce Almanca'nın tahtını sallamaya başladı
— Bu bölümde konuğum Sn. Prof. Dr. Ünal Tekinalp. Hocam, hoş geldiniz.
— Hoş bulduk.
— Davetimi kabul ettiğiniz için teşekkür ediyorum hocam.
— Ben de beni davet ettiğiniz için teşekkür ediyorum.
— Ben ilk olarak aileniz ile başlamak istiyorum. 1935 yılında Elazığ’da dünyaya geliyorsunuz. İlk, orta ve lise öğreniminiz İzmir’de tamamlanıyor. Ailenizi merak ediyorum, nasıl bir ailede yetiştiniz?
— Ben bir lise öğretmeninin oğluyum. Annem de evlenmeden önce ilkokul öğretmenliği yapmış bir hanım. Babam İstanbulludur, Fındıklı’da doğmuştur. Bilgilerime göre babam tarafından dedem bir askeri doktordur. Babam muallim mektebinden sonra İstiklal Savaşı’na katılmıştır. Bunu çok önemsiyorum çünkü yirmi iki yaşındaki bir kimsenin böyle bir ihtiyacı duymuş olması bende hayranlık uyandırır. Onun için babamı kahramanlarımdan biri olarak sayıyorum. Babam döndükten sonra Bartın, Sivas -belki arada başka bir yer de olabilir- ve nihayet Elazığ’a tarih coğrafya öğretmeni olarak atanıyor. Annem Elazığlı bir ailenin kızıdır. Bu sebeple ben Elazığ’da doğdum ama tam bir Elazığlıyım. Doğum dışında benim ana yurdum…Sonra meşhur olan Ankara belediye reisi Vedat Dalokay vardır, hatırladınız mı? O benim dayımın oğludur. İlgi çekici bir insandı o da. Babam gibi ben de bir cumhuriyetçi olarak doğdum ve yetiştim. Daha sonra bir zafiyet geçirdim. Babam bir sahil şehrine tayinini istedi, bizi hemen İzmir’e tayin ettiler. Babam ilk önce Karataş Ortaokulu’nda tarih hocalığı yaptı, daha sonra da İnönü Lisesi’ne transfer oldu. İnönü Lisesi’nin de adı bir süre sonra Namık Kemal Lisesi’ne dönüştü. Ben Namık Kemal Lisesi’nde okudum. Çalışkan bir öğrenciydim, liseyi birincilikle bitirdim. Ondan sonra da Hukuk Fakültesi’ne dahil oldum.
— Hocam hukuka gelmeden önce, özellikle lisede, sizin hakkınızda çokça zikredilen edebiyata, sanata, felsefeye olan ilginizi de merak ediyorum. Zannediyorum o yıllarda bir gazetede de çalıştınız, değil mi?
— Çalışmak değil de bir sanat sayfasını arkadaşlarımla birlikte çıkardım. İlk sanat sayfasını Halkın Sesi gazetesinde yaptık. İlgi topladı ki İzmir’in çok meşhur ve eski bir gazetesi olan Yeni Asır ’da bizim aynı faaliyette bulunmamız istendi. O zamanlar İzmir yazarlar, şairler ve ressamlarla doluydu. Necati Cumalı orada ve Urla’da avukatlık yapıyordu. Can Yücel, askerliğini yapmış Sular İdaresi’nde çalışıyordu. Samim Kocagöz, Karşıyaka’da oturuyordu. Nahit Ulvi Akgün çok iyi bir şairdi ama ismi sadece edebiyatçılar tarafından bilinen bir sanatçıydı. Ve Attila İlhan oradaydı. Bu insanı bağlayıcı bir atmosfer yaratıyor. O zaman İzmir’de Ankara Palas diye bir çay salonu vardı, Konaktaydı. Şimdi bilmiyorum, belki de hala vardır. Üstü oteldi, altında geniş bir çay salonu vardı. Başka içki vermezdi. Bu sanatçılar orada toplanırlardı, görüşmeler orada yapılırdı. Yani tam bir sanat atmosferi hakimdi. Bu da beni etkiledi.
— Lisede kişiliğinizi renklendiren bu hususların tamamını önce hukuk fakültesine sonra da öğretim üyeliğinize taşıyorsunuz. Bunu Reha Hoca size yazılan armağanınızdaki yazısında da özellikle belirtiyor. Hukuk fakültesine geçebiliriz… 1954 yılında İstanbul Hukuk Fakültesi’ne başlıyorsunuz. 1958 yılında lisede olduğu gibi bu fakülteyi de birincilikle tamamlıyorsunuz. Merak ettiğim asistanlığa, daha doğrusu öğretim üyeliğine hukuk öğrencisiyken mi karar verdiniz?
— Evet ama hangi branş olacağı belirsizdi. Dördüncü sınıfta Halil Arslanlı’yı görünce kesinleşti ticaret hukukuna dahil olacağım. İmtihanım da buna imkan verdi. Halil Bey beni imtihan ettikten sonra bana pekiyi verdiğini söyledi ama sınava devam etmek istediğini bildirdi. Ben de peki dedim. Ama dikkat edin, dedi. Notunuz düşebilir ve kalabilirsiniz, dedi. Peki, dedim. O zamanki ticaret kanunundaki 311, 301 ve bir madde daha vardı, bu üç madde arasındaki ilişkiyi ve farklılıkları bildiriniz dedi. Ben de üç dört cümle söyledikten sonra tamam dedi. Size asistanlık teklif ediyorum. Ben de kendisine teşekkür ettim ama Almanya’ya gideceğimi söyledim. Orada ticaret hukuku yapacaktım. Heidelberg’e gitmek istiyordum…
— Heidelberg fikir olarak sizde nasıl doğdu?
— Yanılmıyorsam Talebe Prens diye bir film görmüştüm, Heidelberg ’de geçiyordu. Heidelberg öğrencilerinin kendilerine has kepleri ve pelerinleri vardı. Müthiş eğleniyorlar ve aynı zamanda müthiş münakaşa ederekten çok iyi bir şekilde okuyorlardı. Ben de oraya gitmeye karar vermiştim. Halil Bey dedi ki: “Peki, yalnız size şunu söyleyeyim. Heidelberg’e gider gelirseniz sizi asistanlığa almam.” Niçin, diye sordum. Yetiştirmediğim adamı almam bir, dedi. İkincisi, yetiştirdiğim adamın önüne de kimseyi koymam dedi. Ben de peki dedim. Bu 1958 yılının haziran ayında cereyan etti. Eylül veya ağustos ayında İzmir Fuarı açılırken Ticaret Bakanı ekonomik durum hakkında konuşma yapar. O konuşmayı yaparken o tarihe kadar iki lira iki kuruş olan doları dokuz lira iki kuruşa çıkardığını bildirdi. Bu durumda babam beni Heidelberg’e yollayamazdı. Bu ailede büyük bir üzüntü yarattı. Babama “Üzülme, ben Halil Bey’e gidiyorum.” dedim. Bir pantolon bir gömlekle Bandırma vapuruna bindim, Bandırma’da indim, otobüsle İstanbul’a geldim. Hep kaldığım Vezneciler talebe yurdunda beni iyi karşıladılar, oraya gittim. Ertesi gün Halil Bey’e telefon ettim. Sizi hatırlıyorum, dedi. Saat dokuzda Moda’da şu adresteki evime gelin. Oraya gittim, Halil Bey beni asistanlığa aldığını söyledi. İki şey söyledi: “Bir, memuriyete intisap etmiyorsunuz. Bilime kendinizi vermek yolunu seçtiniz. Bu bir memuriyet değildir. Eğer bunu böyle alırsan sen bilim insanı olamazsın.” İkincisi de nedir senin yabancı dilin, dedi. İngilizce, dedim. Hemen yarın Alman Lisesi’ne gidip Almanca öğrenmeye başlayacaksınız, dedi. Ona biraz böyle bulanık bakmışım ki şunu size söyleyeyim dedi, İngilizce bir kokteyl dilidir. Bu sözü doğru çıkmadı ama Almancanın o zaman büyük bir üstünlüğü vardı. Almanca hala hukuk biliminde üstünlüğünü muhafaza etme gayreti içinde ama unutma ki, Fransızca değil ama, İngilizce bu tahtı sallamaya başladı. Ama İngilizce devam edebilirsiniz kokteyllere çok gidiyor musunuz, dedi. Hayır, dedim. Devam edin orada kullanırsınız, dedi. Ve buraya dahil olduk. Ben, nişanlım Gülören (Tekinalp) ve Oğuz İmregün oraya başladık.
— Eşinizle, Gülören Hoca ile, lisansta mı tanıştınız?
— Evet, lisansta tanıştık ama en sonunda tanışıklığımız değişik bir hal aldı. Ondan evvel ben onun farkındaydım fakat onun benim farkında olduğunu tahmin etmiyorum. Azimli bir kimse olduğum için tanınmasam bile tutkumu devam ettirdim.
— 1958 yılında İstanbul Hukuk’tan mezun oluyorsunuz, asistanlık serüveninizi de anlattınız.
— 1961 yılında doktor oldum, ki kısa bir süre idi.
— 2002’ye kadar İstanbul Hukuk’tasınız, yarım asırlık bir tecrübeniz var hocam. Dilerseniz doktora teziyle başlayalım. Doktora teziniz için benim dikkatimi çeken bir şey var. Tezinizi incelediğimde giriş, içindekiler, ana metin, kaynakça ve son Almanca özet ile birlikte toplamda yüz kırk sayfalık bir tez. Bugünün akademik dünyasında bir doktora öğrencisine sorulan ilk soru “Kaç sayfa yazdın?” oluyor ve belli bir sayfa sayısının altındaki şeyler de sanki içerik yokmuş gibi kabul ediliyor. Biraz buradan başlamak istedim. Sizce bunu Türkiye’de nasıl aşarız?
— Bunun esasında kötü bir gelenek haline geldiğini tahmin etmiyorum. Yani yerleşmiş bir şey değildir. Benim doktora tezim ise bir spekülasyondu. O tarihte tüzel kişiler yönetim kurulu üyesi olamıyordu, kanunda açık hüküm vardı ve benim tezim “yönetim kurulu üyesi olabilirler” idi. Kanuna karşı bir spekülasyon…
— Gerçekten tezinizin bir tezi vardı…
— Tezim vardı. Pekiyi aldım. Daha sonra bana sevdiğim bir profesör mektup yazdı. Teziniz böyle ama bugünkü olamama durumunun sonuçlarını yazmamışsınız… Ben de ona mektup yazdım. Benim tezim o değildi, benim tezim “olabilir” idi. Onun için spekülasyon dedi. Ama tezdir dedim ben de ona. Sonra hıncımı aldım Ticaret Kanunu’nu tanzim ederken “olabilirler” diye hüküm koydum.
— Ticaret hukuku, bankacılık hukuku, rekabet hukuku, sınai mülkiyet, fikri mülkiyet ve bunların yanısıra AB hukuku… Yazdığınız bu her alandaki eserleriniz başucu eser olarak kabul ediliyor. Yani bu alanlarda yeni yazılan makalelerde be eserlerde de mutlaka size ve sizin görüşlerinize atıf var. Böyle bir birikime etki eden hocalarınızı da aslında ismen de zikrettiniz. Bunlara biraz daha girmek istiyorum. 1962-1964 yılları arasında Hür Berlin Üniversitesi’ndeki çalışmalarınıza girebiliriz. Bu yıllar arasında Hirsch’in yanında doçentlik çalışmalarınızı yürütüyorsunuz. Özellikle yazım-araştırma konusunda Hirsch’ten neler öğrendiniz?
— Hirsch bana şu altın nasihati verdi: “Bir bilim adamı superlative yapmaz, superlative söylemez.” Superlative, biliyorsunuz ki, bir şey hakkında çok üstünmüş çok önemliymiş gibi tespit etmektir. Mesela “Şimdi konunun önemli kısmına geliyoruz…” bu ayıptır, dedi. Bunu söylersen etki altında kalır herkes. Sen anlat, önemliyse senin anlatmandan anlarız.” Bunun sonuçları: Bold yazmamalısın. Beni aptal yerine koyma.” Çok önemli şeyler bunlar… “Geçersiz” diye yazdım, sen anlamıyorsun ey aptal adam…. İkincisi, “Anlamadığın şeyi yazma, anlamadığın şeyi anlatma. Türkiye’de maalesef anlamadığını yazmak vardır. Çünkü anlamadığı şeyi başka bir yerde görmüştür. Bağlantısı nedir onun farkında olmadan böyle yapar.” Üçüncüsü, “Tenkit, bilim değildir. Tenkit bir şeyi bir kimseye öğretmek değildir. Türkiye’de bir kimse bir şeyi anlatmak yerine, bir şeyi anlatanları tenkit etmeyi ön plana alır. Biz üniversite hocası olarak dersleri öğretmeliyiz.” dedi. Sen bana dersi öğret yoksa gelip de “Furkan şöyle bir yazı yazmış hahaha…Bu yazısının burası şöyle hahaha…” değil. Çok büyük bir bilim ve madde gafı varsa söyler geçersin. Adam vardır açıkça kitaplarında göreceksiniz kendisi bir şey anlatmaz, anlatanları tenkit eder. Hirsch’in oraya gittiğimde Hirsch güzel bir Türkçe konuşuyordu ama şöyle konuşuyordu: “Şimdi aşağıda söyleyeceklerimi dinleyiniz…” Onun için ben doktora tezimin tarihi dolayısıyla gittiğimde bana “Nihayet teşrif ettiniz.” dedi. Ben bundan alındım. Kendisine dedim ki benim elimde değil… Hayır geldiğinize memnun olduğumu söylüyorum, dedi. Ben de demedim ki keşke nihayet lafını kullanmasaydınız… Fakat ben oraya gittiğimde bir problem çıktı. Ben anonim şirketlerin bilançosunu yazmak istiyordum. Halil Bey dedi ki: “Benim doçente ihtiyacım var. Basit bir şey yaz ve gel. Sen şimdi onu yazamazsın çünkü bilanço öğrenmen icap eder.” Büyüdü bu ihtilaf… Hirsch araya girdi dedi ki: “Ünal’ın doçentlik tezini ne kadar zamanda bitirmesini istiyorsun?” O da dedi ki iki yıl. Bunu dedi ben sana temin edeceğime söz veriyorum, dedi. O da peki hocam, dedi. Bunun üzerine Halil Arslanlı bana Berlin’deki işletme fakültesinden bir profesörü bana dört ders verdikten sonra altı ay müddetle onun asistanına her gün dörtte gittim altı buçukta geldim ve benim tezim orada da pekiyi aldı. Halil Bey bundan memnun oldu. Halil Bey ile ikinci önemli şeyim şu: 1956 Kanunu çıkmıştı. O ticaret kanununda bir hüküm vardı. Ticaret şirketlerinin denetlenmesi bir nizamname ile tanzim edilir deniliyordu. Duru soyisimli bir ticaret bakanlığı müsteşarı vardı, adını da birazdan sana söylerim, Hirsch’e bir mektup yazdı. Hirsch bu nizamnamenin nasıl olacağını bilemiyoruz, dedi. Bize bir nizamname yollar mısınız, dedi.
— Bu sırada Hirsch Ankara ve İstanbul’daki görevlerini bitirip Berlin’e dönmüş.
— Hirsch bana dedi ki, siz yazın bakalım. Sonra neşretti de Hirsch Tekinalp diye o… Ben oturdum yazdım. Hirsch dedi ki üç teklifim var: “Bir, seni de zikretmek şartı ile ben nizamnamemi yollarım. İki, senin nizamnameni beğendiğimi söyleyip senin nizamnameni yollarım. Üç, birlikte çalışırız o nizamnameyi yollarım.” Üçüncüsünü kabul ettim. Ama dedi, hükümeti tenkit etmekten vazgeçeceksin. Çünkü bakanlık o zamana kadar birtakım tebliğler çıkarmıştı, ben onların aleyhine de laf ediyordum. Gülerek dedi ki “Türkiye’ye gittiğimde hapishanede oturmak istemiyorum.” İkincisi dedi ki: “Bizim şimdiye kadar yaptıklarımızı değerlendirin, tenkit edin demiyorlar. Bize verilen şey buraya ne gelecek onu söyle.” Bu tenkit fikrinden vazgeç, dedi bana. Ben bundan şiddetle vazgeçmişimdir çünkü görevim o değil burada.
— Bu görevin yanısıra siz bir akademisyen bir doktor olarak tenkit etmenin şu an bir sakıncası olduğunu düşünüyor musunuz?
— Sırf tenkit yapılmasının bizi felakete götürmekte olduğunu görüyorum.
— O zaman tenkitin üzerine yapıcı bir şeyler konulması gerektiğini söylüyorsunuz.
— Evet. Ama sen bitirdikten sonra bunları yapabilirsin. Sen hiçbir kendi fikrini ortaya koyup bir anlatım yapıp yol ve çözüm göstermiyorsun. Türkiye’de buna isim vermek istemiyorum ama on tane isim sayarım sana…
— Hocam Hirsch’ten bahsettik. Bir de sizin konuşmanın önceki bölümlerinde Halil Bey olarak zikrettiğiniz Ordinaryüs Prof. Dr. Halil Arslanlı ile münasebetinizden biraz daha bahsetmek istiyorum. Özellikle yöntem bakımından… Bu ders anlatma yöntemi olabilir, yazım araştırma olabilir…
— Halil Bey Almanya’dan on yedi yaşında dönmüştür, ilk dili Almancadır. Halil Arslanlı’nın babası Şam’da kadı iken Cemal Paşa Kanal Seferini yapıp Kudüs’e giderken Şam’a uğrar. Oradaki eşraf, kadının gayrimüslimleri tuttuğunu şikayet ederler. Onun üzerine Halil Arslanlı’nın babası asılır. Adam dönerken bütün bunların yalan ve şişirme olduğunu görür. Üç çocuk vardır, bir de anne vardır. Bir de biliyorsunuz ki hezimetle döner. Bu çocukları orada perperişan görünce bu çocukları alır ve Almanya’ya yollar. Hepsi küçük çocuklardır… Bir kendisi en küçüğü, Suphi diye ağabeyi ve Gültekin diye bir diğer ağabeyi. Halil Hoca 17 yaşında Türkiye’ye gelir ve Türkçe bilmiyordur. Türkçe öğrenmeye başlar. Hirsch gelir, Hirsch’i biri tercüme etmelidir… O sırada Almanca pratiği olan ama hukuk Almancası olmayan bir tercüman vardır. Derken Halil Arslanlı hukuk fakültesinin ikinci sınıfındayken Hasan Ali Yücel’in bir kararnamesi ile Hirsch’e asistan tayin edilir. Dikkat edin daha mezun olmamış… Ve Halil Bey ile Hirsch’in arasındaki münasebet böyle başlar. Hirsch’e Türkçeyi Halil Bey öğretir. İki, büyük bir bilim etiğine sahiptir. Üç, asistan yetiştirmesini bilirdi.
— Nasıl yetiştiriyordu asistan?
— Bütün asistanlar senede bir defa müstakil ders verirdi. Halil Bey de en iyi elbisesini giyinir, önde oturur. Bittikten sonra soru sorun der, onların cevaplarını alır, sonra kendisi sorar. Böyle bir hocaydı… Falan konuyu yaz derdi. Yazar götürürdün yanında okurdu. Ben Almanya’ya gittiğimde bana dedi ki gelirken bir Volkswagen araba getir. Böyle bir param yok… Çıkardı bana 5000 Mark verdi. Ben Halil Bey gittikten sonra karımı alıp Paris’e gittim. Parayı orada yedim geldim. Buraya gelince bana dedi ki arabayı getirdin mi? Hayır. Karımla yeni evliydim, ikimiz de Paris’i tanımak istedik, dedim. Gitmesen ne olurdu falan böyle bir şey söylemiyor… Git dedi katibe ödeme planını yazdır. Hüseyin diye bir katibi vardı, ödeme planını yazdırdım. Götürdüm, verdim. Böyle baktı… Dedi ki, bunun ödendiği benim ömrüm görmez ama senin de göreceğini tahmin etmiyorum. Böyle saçmalıkları bırakın, peki kabul ediyorum dedi… Enteresan bir tipti.
— Hocam kendi yöntemlerinize geçmek istiyorum. Yirmi dört saatinizi nasıl geçiriyorsunuz ya da geçiriyordunuz? Nasıl öğrendiğiniz, nasıl çalıştınız, nasıl mütalaa verdiniz?
— Sabahleyin kahvaltıdan sonra masama otururum. Yedi civarında masamdan kalkarım. Bu hemen her gün böyledir. Bilmediğim şeyi yazmam, bilinenleri yazmam, bilmediklerini çok iyi tahmin ettiğim şeyleri bulur ve yazarım.
— Nasıl buluyorsunuz?
— E kitaplara baktığında görüyorsun. Yani bunları tenkit etmem, o kadar görmüş ne yapalım? İkincisi, metodolojiye çok meraklıyım. Dünyada bence iki tane çok önemli Alman ve Avusturyalı metodoloji profesörü vardır. Bunlardan bir tanesi Claus-Wilhelm Canaris, ikincisi de bir Avusturyalıdır. İkisinin de kitapları bende vardır, her dakika onlara bakarım. Manfred Rehbinder’in de sosyoloji kitaplarını getirdim, onlara bakarım.
— Berlin’de birlikte Hirsch’in asistanlığını yaptığınız…
— Çok güzel sosyoloji kitapları var. Sonra ben hiçbir yere gitmem. Yani tiyatroya giderim, şuraya buraya da… Hakiki Türk erkekleri muhakkak kahveye gider. Benim kahve zevkim pek yoktur. Tavla oynamasını bilmem. Bir zamanlar satranç oynardım, şimdi onu da unuttum. Karımla konuşurum, mübalağalı konuşurum… Karım güler, hoşuna gider. Karımı da güldürmek benim hoşuma gider. Sonra da iyi bir film bulursak -filme çok meraklıyızdır- küçük kızım bize film indirir. Mesela bir beşlik liste var, Oscar alanlar; bir de Oscar adayları. Seyahatten hoşlanırım. En sevdiğim yerlerden birisi Bodrum Aktur’daki evimdir. Kendisi elli iki metrekaredir. Karım eve girdiğinde ben dışarı çıkarım.
— Yeşim (Atamer) Hoca’nın yanına gidecek misiniz? Çünkü Yeşim Hoca bahsetmişti gelecekler diye.
— Zürih. 23’ünde. Sen nereden tanıyorsun Yeşim’i?
— Yeşim Hoca ile de sizden iki bölüm önce Zoom üzerinden bir çekim yapmıştık. Sizi çok sevgi ve saygı ile andı.
— Yeşim fevkalade bir insandır, bir bilim adamıdır. Kendisine asistanlık teklif ettim, biliyor musun?
— Evet, anlattı.
— Reddetmiştir. Ve bana dedi ki benim angajmanım var Necip Bey ile. Peki dedim. Ben birisini böyle seçtim mi kürsünün diğer adamlarına yollarım, git onlarla bir konuş diye. Sonra dediler ki bir kız geldi uzun uzun konuştuk, sen yolladın ama o bize asistan olmak istemiyor. Niye bize yolluyorsun, dedi. Dedim, hani seçimleri görün. Onun için ben onu quasi asistan tayin ettim.
— Asistan benzeri…
— Evet. Şimdi Zürih’te Hoca, ötesi yok bunun…
— Evet hocam. Şimdi son mesele: Türk Ticaret Kanunu’nun 2000 yılındaki taslak hazırlama komisyonunun başkanlığını yürütüyorsunuz. Hatta sizin için hoş bir tesadüf olduğunu düşünüyorum, 1957 yılında Türk Ticaret Kanunu tasarısını hazırlayan komisyonun başında Hirsch Hoca var. Bir kanunu hazırlarken, özellikle bu geniş kapsamlı etki alanı ekonomik alana da çok fazla olan bu kanunu hazırlarken, yöntem olarak nelere dikkat ettiniz? Ben bir detay olarak şunu yine armağanınızdan öğrendim: Kanuna ışık tutması amacıyla siz komisyon toplantılarının ilk önce kayda aldırıp bunları çözümletip yayınlatmışsınız da.
— Yayınlanmadı çünkü o zamanki bakanlık bunu bastırmak istemedi. Bir defa en önemli şey şuydu: Ben sabah seçildim. Seçildikten sonra alt komisyon başkanlarını seçtim. Dedim ki ilk toplantınızı yapın. Dediler ki hiçbir hazırlığımız yok. Siz hazırsınız diye sizi buraya çağırdık. Eğer siz şimdi bunu hazır olmak için ben öğreneyim derseniz, olmaz. Neyse, gittiler, nelerin üzerinde duracaklarını iki üç sayfa öğleden sonra getirdiler ve biz böyle başladık. Metodumuz şuydu: Bir, devamlı çalışmak. Rakam vereyim, altı yüz üç defa Ankara’ya uçtum.
— Haftalık mı geliyordunuz?
— Üç gün buraya geliyordum. Yatılı gibi hakim evinde yatıyordum devamlı. Bir defa buraya çağırdım. Hiç müzakereyi kesmedim. Başlangıçta da dedim ki kifayet-i müzakere taleplerinizi oylamayacağım. Hepimiz tatmin olduktan sonra kesilecek mesele.
— Hocam, komisyon kaç kişiydi? Yani o müzakereleri kestirmediğiniz komisyonda kaç kişi vardı?
— Valla onu da bir yerde yazmıştım. Şunu söyleyeyim kırk beş elli idi.
— Peki siz bu kırk beş elli kişi ile fıkra fıkra mı tartışıyordunuz yoksa ana fikri tartıştırıp komisyon başkanları mı yazdırıyordu?
— Madde madde. Yalnız şunu söyledim: Altı kitap var. Bir kitabın mütehassısı olmayanlar gelmeyebilir. Hem bu bize yardımcı olur. Onun için ben yeter sayıyı, kitap konusunda yeter sayı şeklinde anlıyorum. Yani deniz ticaretinde olan kimsenin ticari işletmeye gelmesinde hiçbir fayda yok.
— Şunu merak ediyorum: Madde madde tartışıyorsunuz ama komisyonun önüne gelen maddeler açısından komisyon başkanları önce bir metin hazırlıyorlar…
— Onu alt komisyon hazırlıyor. Ama metnin tamamını getirmiyor. Diyelim ki 119 madde ticari işletme. İlk toplantımıza on beş geliyor.
— On beş madde.
— Evet. Biz çalıştıkça onlar bunu tamamlıyorlar.
— Peki yani ilk başta bütüncül olarak ticari işletmede şu hususları düzenleyeceğiz, kıymetli evrak hukukunda bunlar… Bu şekilde düzenlenecek şeklinde ilkesel bir yaklaşım var mıydı?
— İlkesel yaklaşım şu: Herkes orada mütehassıs. Ben ticaret kanunu madde bir diye başlıyorum, okuyorum. Gerekçede bana yardımcı olacaklar da not alsın diyorum. Gerekçeler burada çok uzundur. Ve münakaşaya başlıyoruz. Münakaşaya başladıktan sonra oylamaya geçebilir miyim diyorum, metni okuyorum. O metin kabul ediliyor. Burada ne ilkesi arıyorsun?
— İlkeden kastım şu hocam: Metin oluşturulurken parça parça oluşturmak acaba bütünlük açısından bir eksikliğe yol açmış olabilir mi?
— Bir eksikliğe yol açmıyor. Bir defa diyorsun ki “Arkadaşlar gördüğünüz gibi burada ticari işletme tiplerini teker teker saymayı uygun bulmamışlardır. Ticari işletme, ticarethane, fabrika ve fabrika gibi işletilen diğer organizasyonlar… Bu üçlüyü doğru bulmamışlardır ama siz tekrar ona dönebilirsiniz, yaptıkları şey buna göredir.” Ve ben onlara açıklama yapıyorum daha evvel çalıştığım için. Değişiklikleri ele alalım diyorlar, değişiklikleri ele alıp gidiyoruz…
— Tasarı tamamlandıktan sonra kamuoyundan görüş alındı mı? Yanlış anlaşılmasın yöntem…
— Hayır, hayır iyi ki sordun. Yanılmıyorsam haziran ayında bitti ve ilk tasarı kamuya açıklandı basılı olarak. Ondan sonra her bahisle ilgili olarak özel sivil örgütleri çağırdım. Taşıma, Türkiye Nakliyeciler Derneği… İlk toplantıda da Cemil Çiçek gördü. Ben bakan kaldığım müddetçe bu kuralı uygulatmak mecburiyetini getireceğim. Şunu da söyleyeyim ki, kim bize görüş vermişse onları davet ettim.
— Hocam son olarak kapanışı nasıl yapmak istersiniz?
— Yeni bir ticaret kanunun başkanlığını yapmak isterim. Hoşuma gitmişti bu, çok şey öğrenmiştim.
— Genç meslektaşlarınıza tavsiyeleriniz olur mu? Hem akademisyenlik açısından hem de diğer hukuk meslekleri açısından?
— Bir, anlamadıkları şeyleri anlatmasınlar. Anlamadıkları şeyleri yazmasınlar. Ve bir de çok sevdiğim bir şey var. Eflatun gibi düşüp, büyükannem gibi anlatsınlar. Büyükannem gibi düşünüp Eflatun gibi anlatırlarsa yandık. Bu benim lafım değil, Cenap Şahabettin’in lafıdır.
— Çok teşekkür ediyorum hocam. Vakit ayırdınız, bizi ofisinizde ağırladınız.
— Çok teşekkür ediyorum. İyi günler.