Cebrî İcra Kanunu Taslağına İlişkin Görüş ve Önerilerim - I
Genel Olarak
Osmanlı Dönemi’ndeki hukuk sistemimiz, Meşrutiyet Dönemi’nde yapılan bazı reformlar göz ardı edilecek olursa, dinsel kurallara (şeriata) dayalı idi. Cumhuriyet Dönemi’nde kabul edilen laik hukuk sistemine geçiş sonrasında yeni hukuk sistemimizin esaslarını belirleyen altı temel kanun (Türk Medeni Kanunu, Borçlar Kanunu, Ticaret Kanunu, Türk Ceza Kanunu, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu ve İcra İflas Kanunu), çeşitli ülke kanunlarının kısa sürede Türkçeye çevrilip küçük bazı değişikler yapılması suretiyle (“yabancı hukukun alımı” -resepsiyon/reception- yoluyla) kabul edilerek yürürlüğe girmişlerdi. Bu temel kanunlar, daha sonraki tarihlerde üzerlerinde yapılan çok çeşitli değişikliklerle, 70-80 yıl gibi uzun süreler yürürlükte kalmış ve hayatın olağan akışı çerçevesinde zamanla eskimişlerdi. Bu sebeple İcra ve İflas Kanunu dışında kalan beş kanun, bu kez “yabancı hukukun alımı” yoluyla değil, ülkemizin ihtiyaçları ile yaşanan tecrübelerin ışığı altında 2000’li yılların başından itibaren tümüyle değiştirilerek yürürlüğe konuldular.
Bugün yürürlükte bulunan 1932 tarihli ve 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu[1], bugüne kadar çeşitli tarihlerde 42 kez değiştirildi. Ancak, İcra ve İflas Kanununun da, diğer temel kanunlarımız gibi tümüyle değiştirilmesi ihtiyacı vardı. Bunun için, 2015 yılında Adalet Bakanlığı nezdinde “İcra ve İflas Kanunu Bilim Komisyonu” oluşturuldu. Prof. Dr. Selçuk Öztek’in başkanlık yaptığı ve çok sayıda bilim insanı, hakim, savcı, avukat ve icra müdürünün katılımıyla oluşan Bilim Komisyonu, on yıl gibi uzun bir sürede, haricen takip ettiğim için yakından bildiğim üzere, büyük emek, sabır ve özveriyle hazırladığı çalışmasını bitirdi ve hazırlanan bu çalışma metni “Cebrî İcra Kanunu Taslağı” Adalet Bakanlığı tarafından görüşmeye açıldı.
Görüş ve önerilerime geçmeden önce, başta değerli bilim insanı Prof. Dr. Selçuk Öztek olmak üzere, Bilim Komisyonu’nda yer alan, engin bilgi ve tecrübeleri ile Taslağa katkı veren tüm katılımcılara tebrik ve teşekkürlerimi sunmak isterim.
Elli yılı geçen kariyerimde çeşitli mevzuat değişikliklerinde fiilen yer alan bir bilim insanı olarak, yapılan bu tür bir çalışmanın ne kadar zor ve yorucu olduğunu yakından bilenlerden biriyim. Konu, İcra ve İflas Kanunu açısından daha da zor ve yorucu hale gelmektedir. Çünkü İcra ve İflas Kanunu’nun yalnızca hukuk boyutu yoktur, onun yanı sıra ekonomik ve sosyal boyutları vardır. Dolayısıyla İcra ve İflas Kanunu hazırlanırken, “alacaklı-borçlu-üçüncü kişi-genel ekonomi” dengelerinin gözönünde bulundurulması gerekir. Deyiş yerinde ise icra iflas hukuku, bir “dengeler hukuku”dur.
Bu bağlamda İcra ve İflas Kanunu, alacaklının alacağını bir ön önce tam olarak alma; buna karşılık çoğu durumda, borçlunun borcunu uzun zamana yayma ve enflasyonun da etkisinden da yararlanarak geç ödeme yapma çabasının karşı karşıya geldiği; bunun sonucunda zıt ekonomik menfaatlerin çarpıştığı bir alanı düzenlemektedir. Başka bir anlatımla icra ve iflas hukuku, hukukun fiilen en “hararetli/ateşli” mücadelelerinin yaşandığı alandır.
Bu noktada öncelikle alacaklı-borçlu dengesinin nasıl kurulması gerektiği, önemli bir tercih sorunu olarak ortaya çıkmaktadır. Alacaklı-borçlu dengesi kurulurken, icra takibi sonucunun borçlu ile ailesinin yaşamsal açıdan zor duruma düşmemesini sağlayıcı hükümlere de ihtiyaç vardır. Bunun yanı sıra borçluya karşı yapılan takipte istihkak iddiası, borçlunun üçüncü kişilerden olan alacaklarının tahsili gibi hallerde, oluşturulacak olan dengede, üçüncü kişilerin de dikkate alınması gerekir. Diğer yandan, konkordatoların ve iflasların ortaya çıkarttığı “domino etkisi” sebebiyle ülke ekonomisi ile yakından ilgili olması, oluşturulacak dengenin diğer önemli bir boyutunu oluşturur.
Taslağın “Genel Gerekçesi”nde de belirtildiği üzere Bilim Komisyonu’nun Taslağı hazırlarken, uygulamada yaşanan çeşitli deneyimlerden hareketle, İcra ve İflas Kanunu’nda mevcut dengelerden farklı dengeleri tercih ettiği anlaşılmaktadır.
Keza Taslak hazırlanırken, icra iflas takiplerinin istenilenin aksine makul süreleri aşmasından doğan sakıncaların da dikkate alındığı görülmektedir. Ancak vurgulayarak belirtmek gerekirse, yeni kanunun bu açıdan başarılı olabilmesi, bazı şartların gerçekleştirilmesine bağlıdır. Çünkü ülkemizde, çok uzun yıllardan adalet aksak yürümektedir. Dava ve icra takiplerinden oluşan adaletin aksak yürüdüğü, “adaletin devletin temeli” olduğu gerçeği dikkate alındığında bu önemli sorunun mutlaka çözümlenmesi gerekmektedir[2].
Bu bağlamda örneğin, işin niteliği gereği birkaç gün veya hafta içinde çözümlenmesi gereken “şikayet” talepleri bazen yıllara varan süreler alabilmektedir. Keza, örneğin “itirazın iptali davaları” gibi dava veya talepler, makul süreler içinde bitmemektedir.
Ortaya çıkan sorunun ne denli önemli olduğunun anlaşılabilmesi için, Adalet Bakanlığı tarafından yayımlanan 2024 Adalet İstatistikleri’nde belirtilen bazı resmi rakamlara bakmak gerekir[3]:
2024 yılı itibariyle icra ve iflas dairelerinde mevcut dosya sayısı toplam 32.730.968’dir. Bunun 9.798.757’yi yeni açılan, 22.905.211’i geçen yıldan devir olunandır. İcra takiplerinin 3.813.003’ü ilâmlı takip; 26.843.509’u ilâmsız takiptir. Çıkan dosya sayısı ise, yalnızca 8.798.389 olup 2025 devredilen dosya sayısı 23.905.579’dur. İcra dosya sayısı 30.656.512; iflas dosya sayısı 4.451; talimat dosya sayısı, 2.043.005’dir. Bu sayılardan açıkça görüldüğü üzere derdest dosya sayısı, her takipte alacaklı ve borçlu olarak iki taraf bulunduğu dikkate alındığında nüfusumuzun çok büyük bir bölümü ile ilgilidir.
Dosyaların elden çıkarılma süreleri ortalaması; ilâmlı takipte 830 gün, ilâmsız takipte 998 gün, iflasta 4.558 gün, talimatta 1.537 gündür. Bu sayılardan açıkça görüldüğü üzere, icrada ortalama yaklaşık 2-3 yıl; iflasta, ortalama yaklaşık 12 yılda sonuç alınabilmektedir.
İcra müdür ve yardımcısı sayısı 4.420, icra kâtibi sayısı 5.435’dir.
Dosya türüne göre yılda elden çıkarılan dosyaların gelen dosyalara oranı; ilâmlı icrada %30, ilâmsız icrada %27, iflasta %7, talimatta %19’dur[4]. Keza bu sayılardan açıkça görüldüğü üzere, icra daireleri gelen dosyaların dörtte birinden biraz fazlasını, iflasta ise yüzde onunu elden çıkarabilmektedir. Bu gecikmelerin önemli bir nedeni, icra dairesi çalışan sayısının azlığından kaynaklanmaktadır.
Yukarıda verilen rakamlar, icra daireleri üzerindeki iş yükünün ne kadar ağır olduğunu göstermektedir. Karşı karşıya kalınan aşırı iş yükünün ortadan kaldırılabilmesi için kanımca icra dairesi çalışan sayısının en az üç kat arttırılması gerekmektedir.
Kanunların amacına uygun olarak gereği gibi uygulanabilmesi, iyi uygulamacı olmayı gerektirir. Çünkü, en iyi kanun kötü uygulamacının elinde en kötü kanun; en kötü kanun, iyi uygulamacının elinde en iyi kanun haline gelir. İcra ve iflas takiplerinin baştan sonucuna kadar olan bütünü dikkate alındığında, takipte fiilen asıl organın başta icra (iflas) müdür ve yardımcıları olmak üzere icra dairesi çalışanları olduğu görülmektedir. Örneğin ödeme emrine itiraz edilmemesi ve herhangi bir şikâyet bulunulmaması hallerinde takipte görevli yargı organları olan icra mahkemesi ve genel mahkemeler devreye girmez ve takibin tamamı icra dairesi çalışanları tarafından tamamlanır. İcra ve iflas hukukunun, genel hukuk kurallarının yanı sıra rehin hukuku, kambiyo senetleri gibi en çetrefilli hukuk konularıyla da ilgili olduğu düşünüldüğünde, icra dairesi çalışanlarının hukuk kurallarını bilmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur. Bu sebeple, icra dairesi çalışanlarının atanmasında çok dikkatli olunması ve atandıktan sonra daimi meslek içi eğitime ağırlık verilmesi gerekir. Bu noktada olması gereken hukuk bakımından önerim, icra müdür ve yardımcısı olabilmek için hukuk fakültesi mezunu olma şartı getirilmelidir.
Yukarda söylenenler, icra hâkimleri bakımından da geçerlidir. İcra ve iflas hukuku, hukukun diğer alanlarının da (başta medeni hukuk, ticaret hukuku, ceza hukuku gibi) iç içe bulunduğu karmaşık bir alandır. Bunun için icra hâkimlerinin uzman olması şarttır; bugüne kadarki icra hâkimi atamalarında bu hususun genellikle gözardı edildiği gözlemlenmektedir. Yeni çıkarılacak olan kanunun başarısı, uzman icra hâkimlerin bulunmasına bağlıdır. Bu durum sağlanmadıkça, nasıl bir kanun çıkartılırsa çıkartılsın uygulamadaki sorunların çözümlenebilmesi mümkün değildir.
Taslak’ın çeşitli madde gerekçelerinde (m.2,3,16,17 vb); gerek icra dairesi çalışanları gerek icra hakimleri bakımından, “İcra Mahkemeleri ve İflas Mahkemeleri İle İcra Teşkilatı Hakkında Kanun Taslağı” hazırlandığı belirtilmektedir. Anılan Taslağın, yakın ilişkisi sebebiyle Cebri İcra Kanunu Taslağı ile birlikte tartışmaya açılmasının daha isabetli olacağı kanısındayım. Bakanlığın bu Taslağı da altı aylık süre bitmeden önce bir an önce tartışmaya açmasını önermekteyim.
Bu bağlamda, hazırlandığı ifade olunan Taslak’a örneğin Aile Mahkemelerinin Kuruluş Görev ve Yargılama Usulleri Kanunu örnek alınarak icra hâkimliğine atanabilmek için ne gibi özellikler arandığı da açık bir şekilde yazılabilir.
Kanun Taslağı’nın Adı
Taslak’ta “İcra ve İflas Kanunu” yerine, “Cebrî İcra Kanunu” ifadesi tercih edilmiştir. Bu tercihe katılamamaktayım. Çünkü:
“Cebir” ifadesi, genel olarak zor/güç kullanma anlamına gelir ve haciz, satış, tasfiye gibi icra iflas hukuku kurumlarının doğasında “cebir” unsuru bulunduğu muhakkaktır. Öte yandan, “cebrîlik” icra iflas hukukuna özgü bir nitelik değildir. Örneğin, ceza ve infaz kanunlarının cebrîlik niteliği, icra ve iflas hukuka göre çok daha baskındır. Dolayısıyla, “cebrî” kelimesi kullanılmayıp yalnızca “İcra Kanunu” denilmesinin de yeterli olduğu düşünülebilir.
Öte yandan, kamu alacaklarının tahsiline ilişkin olan “Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun”, niteliği ve içeriği itibarıyla İcra ve İflas Kanunu’na oranla çok daha fazla cebrîlik içermesine rağmen, orada bile “cebri” kelimesine yer verilmemiş olduğuna dikkat çekmek isterim.
Türk hukukunda “İcra Kanunu” kavramı, hukukumuzda yüzelli yılı geçkin bir zamandan beri kullanılan alışılmış bir kavramdır. 1929 tarihli 1424 sayılı ve 1932 tarihli 2004 sayılı İcra ve İflas kanunlarından önce 1929 tarihine kadar yürürlükte kalan 1914 (1330) tarihli kanunun adı da “İcra Kanun-ı Muvakkati”dir. Bunun yanısıra, ilk icra kanunumuz olan 1870 tarihli “İcra Cemiyeti’nin Vezaif ve Muamelatına Dair Nizamname” ile 1879 tarihli “Meclis-i Mebusân’ın İçtimâında Kanuniyeti Teklif Olunmak Üzere İlâmat-ı Hukukiyyenin Suret-i İcrasına Dair Kanun-ı Muvakkat”[5] başlıklarında da “cebrî” veya benzeri bir kelime kullanılmamıştır.
1929 ve 1932 tarihli İcra ve İflas Kanunlarımızın kaynağı olan İsviçre Kanunu’nun adı, “Borç İçin Takip ve İflas Hakkında Federal Kanun”dur (Almanca: “Bundesgesetz über Schuldbetreibung und Konkurs”; Fransızca: “Loi fédérale sur la poursite pour dettes et la faillite”; İtalyanca: “Legge federale sulla esecuzione e sul fallimento”).
Bu vesileyle belirtmek isterim ki, kaynak İsviçre Kanunu’nun adı, Taslağın Genel Gerekçesi’nde “Para Alacaklarının Tahsili ve İflas Hakkında Federal Kanun” olarak anılmıştır. Oysa yukarıda açıklandığı üzere, Kanun’un adında “para” kelimesi yoktur. Buna karşılık Taslağın madde gerekçelerinde Kanunun adı, isabetli bir şekilde “Borç İçin Takip ve İflas Hakkında Federal Kanun” şeklinde verilmiştir. Bu nedenle, Genel Gerekçe’de yer alan “Para Alacaklarının Tahsili ve İflas Hakkında Federal Kanun” ifadelerinin değiştirilmesi uygun olur.
Almanya’da ayrı bir icra kanunu yoktur; icra hükümleri, Medeni Usul Kanunu (Zivilprozessordnung) içinde (§ 704-959) “Cebrî İcra” (Zwangsvollstreckung) başlığı altında düzenlenmiştir. Keza Almanya’da iflas konusu, önceleri “İflas Kanunu” (Konkursordnung) adlı ayrı bir kanunda düzenlenmişti; daha sonra bu kanun yürürlükten kaldırıldı ve 01.01.1999’da “Tasfiye - Borç Tasfiye/Aciz- Kanunu” (Insolvenzordung) adlı başka bir kanun yürürlüğe konuldu. Özetle Almanya’da bizde (ve kaynak ülkede) olduğu gibi bir “İcra ve İflas Kanunu” yoktur. Taslak’ta kullanılan “Cebrî İcra Kanunu” ibaresinin belki Alman Medeni Usul Kanununda yer alan “Cebrî İcra” (Zwangsvollstreckung) teriminden hareketle tercih edilmiş olduğu söylenebilir; bu ibare, “iflas”ı dışarıda bırakması sebebiyle eksiktir. Kanımca, Taslağın adının Alman Medeni Usul Kanunundan değil, kaynak İsviçre Kanununa paralel olarak alınması daha doğru olur.
Özetle, Taslağın adının “Cebrî İcra Kanunu Taslağı” değil, yüzyıldan fazla bir zamandan beri alıştığımız şekilde “İcra ve İflas Kanunu Taslağı” şeklinde değiştirilmesinin daha yerinde olacağı kanısındayım.
Kanun Taslağının Dili
Taslağın dilinin, yürürlükteki İcra ve İflas Kanunu’na oranla, genellikle günümüz Türkçesi çerçevesinde oldukça sadeleştirildiği söylenebilir[6]. Bununla birlikte, çok eskide kalan (neredeyse “ölü” hale gelen) ve yeni neslin kesinlikle anlayamadığı kelimelerin değiştirilmesinin uygun olacağı kanısındayım. Örneğin:
Hukuk dilimizde, Arapça kökenli olan ve zor kullanma anlamına gelen “cebir” kelimesi, hukuk dilinde genel olarak kullanıldığı için halen yaşamasına rağmen, bundan türetilmiş olan “cebrî” kelimesinin, giderek tükenen bir kelime olduğu söylenebilir. Bu nedenle yukarıda Kanun Taslağı adı başlığı da ifade ettiğim üzere, “Cebrî İcra Kanunu” terimindeki “cebrî” kelimesinin kaldırılmasının uygun olacağını bir kez daha vurgulamak isterim.
Taslakta “Birinci Kitap” (m.53-267), “Cüzi İcra”; “İkinci Kitap (m.268-432) “Külli İcra” şeklinde adlandırılmıştır. Hukuk dilimizde “cüzî” ve “küllî” kelimelerinin herkesçe kabul edilmiş ve oturmuş bir karşılığı henüz bulunamamıştır. Öğretide, icra hukuku için “cüzî icra” ve iflas hukuku için “küllî icra” tabirleri kullanılmakta ise de, genç nesillerin anlamadığı ve neredeyse “ölü” haline gelen bu tabirlerin Kanun’da kullanılmasının, Tasarıdaki sadeleşme eğilimi ile ters düştüğü kanısındayım. Taslağı hazırlayanların, “cüzî” ve “küllî” kelimelerini kullanmalarının nedeni, Taslağın adında “iflas” kelimesini kullanılmadan yalnızca “İcra” kelimesine yer vermiş doğal bir sonucu olabilir. Ancak, aşağıda Tasarının Sistematiğinde de ifade edeceğim üzere “cüzî icra” yerine yalnızca “İcra Hükümleri” (veya kısaca: İcra) ve “küllî icra” yerine “İflas Hükümleri” (veya kısaca: İflas) denilecek olursa, “cüzî” ve “küllî” kelimeleri denilmesine gerek kalmayacaktır. Bu noktada, konkordato ve uzlaşma müesseselerinin teknik ve dar anlamda “iflas” başlığı altında toplanmasının doğru olmadığı gibi bir itiraz ortaya çıkabilirse de, bu müesseselerin de sonuç itibariyle iflasla ilgilerinin bulunduğu dikkate alındığında bu itirazın yerinde olmadığı söylenebilir.
Bunların yanı sıra, ayrıca değinileceği üzere, bazı müesseselerin adının yeniden gözden geçirilmesini önermekteyim. Bunlardan biri, “borç ödemeden aciz vesikası”dır (İİK m.143, m.251). Gramatik olarak bakıldığında ilk akla gelen, bu belgenin borcunu ödeyemeyen (aciz olan) borçluya verilen bir belge olduğu akla gelebilir. Nitekim, elli yılı aşkın öğretim üyelik döneminde konuyu ilk kez duyan öğrencilerin de böyle algıladıklarını yakından bilmekteyim. Yanlış anlamaları önlemek bakımından “borç ödemeden aciz vesikası” adının, “alacağın karşılanamadığı belgesi” olarak değiştirilmesini önermekteyim. Bu vesileyle, kaynak Kanun’da da bu belgeye “mahrum kalma belgesi” (Almanca: Verlustschein) adı verildiğine işaret etmek isterim (İsv. İİK m.149, m.265).
Kanun Taslağının Sistematiği
Taslak, mevcut Kanunun sistematiğinden farklı bir sistematikle kaleme alınmıştır. “İlamsız İcra Bölümü” (m.79-267) adı altında yer alan hükümlerin bütünü dikkate alındığında, kanaatimce bir karmaşa vardır. Şöyle ki:
Mantıklı ve alışılmış olan düzenlemenin; i) Takip Talebi; ii) Ödeme Emri ve Kesinleşmesi; iii) Haciz; iv) Paraya Çevirme; v) Paranın Ödenmesi aşamalarının ardı ardına kesintisiz şekilde olmasıdır. Bu aşamaların arasına başka kurumların sokulması, Kanunu anlaşılmaz hale getirir. Bu sebeple, “Abonelik Sözleşmesinden Kaynaklanan Para Alacaklarına İlişkin Haciz Yoluyla İlamsız Takip” (m.102-109) ile “Rehnin Paraya Çevrilmesi” (m.110-137) ve “Kiralanan Taşınmazların İlamsız İcra Yoluyla Tahliyesi” (m.138-153) hükümlerinin, “Senedin İadesi ve İlamın İcrasına İlişkin Belge” (m.266-267) hükümlerinden sonraya (yani, “İkinci Kitap” öncesine) alınıp genel haciz yoluyla takibe atıflar yapılarak yeniden düzenlenmesi, sözünü ettiğim karmaşanın önüne geçilmesi bakımından yerinde olur.
Taslak sistematiği, “Kitap, Kısım, Bölüm, Ayrım, Alt Ayrım” başlıkları dikkate alınarak çok ayrıntılı bir şekilde düzenlenmiştir. Başlıkların altında bazen yalnızca tek bir madde (örneğin m.70, 97, 174, 212, 281, 529) vardır. Bu düzenlemelerin yerindeliği, kanun yapma tekniği bakımından tartışılabilir. Bu gibi hallerde, adlarının değiştirilmesi suretiyle başlık sayısının azaltılabilmesi mümkündür. Örneğin, m.32-35 ile m.36-37, alt ayırım yapmaksızın “Kanun Yolları” başlığı altında; m.56-59, 60-61, 62-69, alt ayırım yapmaksızın “İlamlı Takibe İlişkin Genel Hükümler” başlığı altında; m.70 ile m.71-75, “Taşınır ve Taşınmazlar Hakkındaki İlamların İcrası” başlığı altında; m,175-176, m.177-179, “Kıymet Takdiri Usulü ve Şikayet” başlığı altında; m.180-182, 183-187, 188-190, “Muhafaza Tedbirleri” başlığı altında; m.212, m.213-237, m.238-243, m.244-245, “Satış Suretiyle Paraya Çevirme” başlığı altında; m.246-254, m.255-257, “İhale ve İhalenin İptali” başlığı altında; m.262-265, m.266-267, “Kesin Aciz Belgesi ve Senedin İadesi” başlığı altında; m.279-280, m.281, “Muhafaza Tedbirleri, Defter Tutulması ve İflas Giderleri” başlığı altında toplanabilir ve bu yolla ondan fazla başlıktan tasarruf edilebilir.
Madde Gerekçeleri ve Kanun İçi Yollamalar
Genel olarak kanunlarda yer alan madde gerekçeleri, ilgili maddenin neyi düzenlediği, neden buna ihtiyaç duyulduğu gibi hususları açıklar ve böylece ilgili hükmün amacına uygun olarak tam anlamda uygulanmasını sağlar. Özellikle temel kanunlarda madde gerekçeleri, tarihsel gelişimi de yansıtır.
Taslak’ta yer alan bazı bölüm gerekçeleri, tatmin edici açıklamalar içermekle birlikte, bazı bölümler, getirilen hükmü neredeyse tekrarlamaktan ibaret olup yetersizdir. Bunun nedeninin, ayrı kişilerden oluşan birden fazla komisyonun görev yapmasından kaynaklandığı söylenebilir.
Kanımca, Taslağın kesinlik kazanmasına paralel olarak, tüm gerekçelerin, oluşturulacak aynı komisyon tarafından mutlaka yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir.
Kanun yapma tekniği bakımından, benzer hallerde tekrardan kaçınmak amacıyla kanun içi yollamalar yapılması doğru bir yoldur. Ancak Taslak’ta çeşitli yerlerde yapılan yollamalarda hatalar olduğu gözlemlenmektedir. Taslağın kesinlik kazanmasına paralel olarak, tüm yollamaların, oluşturulacak aynı komisyon tarafından mutlaka yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini değerlendirmekteyim.
Dipnotlar
Bu arada belirtmek gerekirse, kaynak İsviçre İcra ve İflas Kanunu’ndan Türkçeye çevrilerek yürürlüğe giren ilk Kanun, 1929 tarihli ve 1424 sayılı İcra ve İflas Kanunu’dur. Sözü edilen Kanun, 1929’da bütün Dünyayı etkileyen ekonomik krizin etkisi altında kabul edilen 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu ile yürürlükten kaldırılmıştır. ↩︎
Bkz. Ejder Yılmaz, Adalet İnsana Yakışan Anlayış, Ankara 2022, s.287 vd; Ejder Yılmaz, Aksak Adaletten İşleyen Adalete (Yeni Türkiye, Yargı Reformu Özel Sayısı, 1996/10, s.470-493; Ejder Yılmaz, Hukuk Davaları Bakımından Adalet Hizmetlerinin İyileştirilmesi İhtiyacı ve Yapılması Gerekenler (Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi cilt 5, sayı 1-2, Prof. Dr. Şakir Berki’ye Armağan, Konya 1966, s.55,76). ↩︎
Ejder Yılmaz, “Adalet İstatistikleri - 2023’ün Düşündürttükleri (Ülkemizde Adaletin Aksak Yürüdüğünü gösteren Resmi Sayılar) (Prof. Dr. Baki Kuru Anısına Armağan, cilt IV, İstanbul 2025, s.3617-3654). ↩︎
Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğü, Adalet İstatistikleri 2024, Ankara Mart 2025, s.34-35. ↩︎
Anılan kanun metinleri için bkz.: İbrahim Ülker, Tanzimat Dönemi İcra Kanunları (Prof. Dr. Baki Kuru Anısına Armağan, cilt III, İstanbul 2025, s.2084-2131), s.2103-2130. Ayrıca bkz. İbrahim Ülker, Osmanlı İcra Hukuku, Ankara 2023, s.33 vd, 101 vd. ↩︎
Dilde sadeleşme için bkz.: Ejder Yılmaz, Hukuk Dilinin Gelişmesi ve Sadeleşmesi, Ankara 2023. ↩︎