Lexpera Blog

Hukuk Atölyesi #10'un Konuğu: Prof. Dr. Hakan Pekcanıtez

"Hukuk öğrencilerinin yüzde 90’ı hiç araştırma yapmadan mezun oluyor."


- Hukuk Atölyesi'nin bu bölümünde konuğum sayın Prof. Dr. Hakan Pekcanıtez. Hocam hoşgeldiniz.

- Hoşbulduk.

- Bugün Hakan hocayla kendisinin akademik kariyerini ve özellikle Dokuz Eylül Üniversitesi döneminde dekanken uyguladığı aktif öğretim metodunu konuşacağız.

Ama onun öncesinde Podcast’e ilişkin birkaç şey söylemek istiyorum. Bu bölüm itibariyle Hukuk Atölyesi Podcast 10. bölümüne erişti. İlk bölümde belki hatırlarsınız Fikret hoca Koronavirüs için “Hukuka Aykırı ve Antidemokratik bir Rejim” benzetmesinde bulunmuştu. Bu podcast de işte o rejimin ilk yazında başladı. Bugün itibariyle Hakan hoca ile birlikte 10. bölümü gerçekleştirmiş oluyoruz. Bu vesileyle 10 bölümdür Podcast’i takip eden, dinleyen, kimi zaman yorumlarını paylaşan sizlere çok teşekkür ediyorum. Çok kısa, benim için önemli bir istatistiği de paylaşmak isterim. Programın ortalarına kadar programı sadece Youtube üzerinden takip edenlerin sayısı dinleyenlerin üzerindeydi. Ancak bu bölüm itibariyle programı yalnızca dinleyerek takip edenlerin sayısı izleyerek takip edenlerin sayısını ikiye katlamış oldu. Yani artık Podcast orijinal formatına uygun bir şekilde yayınına devam etmiş olacak.

Tekrar Hakan hocaya dönmek istiyorum. Hocam ilk soru olarak ben Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde dekanlık yaptığınız dönemden başlamak istiyorum. Çünkü 2000-2003 yılları arasındaki bu dönemde o zamana kadar zannediyorum uygulanmamış bir öğretim metodunu hayata geçirdiniz: Aktif öğretim metodu. Biraz bundan bahsedebilir misiniz? Aktif öğretim metodu nedir? Buna aynı zamanda Probleme Dayalı Öğretim Metodu diyenler de var.

- Evet, öncelikle ben de size teşekkür etmekle başlamak istiyorum. Atölyenize beni dahil ettiğiniz için ve genç meslektaşlarımla, sevgili meslektaşlarımla buluşabilme imkanını sağladığınız için önce onları da sevgiyle selamlamak istiyorum. Aktif Eğitim Metodu’nun bizdeki uygulaması şöyle: 1997 yılından itibaren aslında Dokuz Eylül Üniversitesi önce Tıp Fakültesi’nde sonra Mühendislik Fakültelerinde aktif eğitim başladı. Ben 2000 yılında dekan olduğumda zannediyorum birkaç ay sonra fakülteden mezun olan öğrencilerin diplomalarını imzalamam gerekiyordu. Bu diplomaları imzalarken bir taraftan da öğrencilerin fotoğraflarını görüp onları tanıyıp tanımadığımı düşünerek o şekilde imzalıyordum diplomaları. Fakat bitirdikten sonra -ki 600 civarında öğrenci sanıyorum- bu öğrencilerin daha sonra yaptığım incelemeden de %40’ının hemen hemen fakülteye hiç gelmediğini tespit ettim. Daha sonra diğer araştırmaları da yaptık ki bu öğrencilerin %80’i hemen hemen hiç söz almamış, hiç konuşmamış, hiç tartışmamış idi. Ama daha da vahim olanı bu öğrencilerin %90’a yakını hiçbir araştırma yapmamış, bunun için fakültenin kütüphanesine veya bir başka kütüphaneye gidip inceleme yapmamıştı. Şimdi şöyle bir manzarayla karşılaşıyoruz o zaman: Bir hukuk öğrencisini düşünün, 4 yıl boyunca hiç konuşmuyor, hiç araştırmıyor, hatta %40’ı fakülteye dahi gitmeden mezun oluyor. Nasıl oluyor? İşte şu ya da bu şekilde mezun olabiliyor. Ve bunu biz 1 yıl boyunca kürsünün karşısına oturtuyoruz, sürekli dinliyor, senede 1 kez veya 2 kez vize sınavı yaptıktan sonra bir de final sınavında eğer 50’nin üzerinde not almışsa “başardın” diyoruz.

Aktif eğitimin bugünkü eğitimden çok önemli farklılıkları var. Bunların başında aktif eğitimde öğrenci devam etmek zorunda. Fakülteye devamda derslerin %80’ini karşılamak zorunda. İkincisi aktif eğitim mümkün olduğu kadar derslerin sayısının, saatinin azaltıldığı, öğrencinin araştırmasının çoğaltıldığı bir eğitim sistemi. Bunun için öğrenciler küçük gruplara bölündü: 8 kişilik ve 10’ar kişilik gruplar. Bu grupların başında da öğretim üyesi var, ama öğretim üyesi hiçbir zaman onlara yol göstermiyor, hiçbir zaman onlara bir şey anlatmıyor. Hiçbir zaman onların yaptıkları yanlışları, doğrularıyla düzeltmiyor. Yaptığı yegane şey onların mümkün olduğu kadar konu içinde kalmaları ve o çerçevede değerlendirmelerini sağlamak. Bu küçük gruplar pazartesi günleri bir araya geliyorlar ve bir araya geldiklerinde 3 saatlik bir oturum boyunca kendilerine önceden hazırlanmış bir olay sunuluyor. Ancak bu olay bizim fakültelerde alıştığımız pratik çalışmadan farklı. Şöyle bir farkı var: Pratik çalışmada tek bir dersin o zamana kadar işlenmiş konularıyla ilgili sorular sorulur. Burada ise o yıl okutulan derslerin tümüyle ilgili bir olay söz konusu ve bu olayda herhangi bir soru sorulmuyor. Öğrenciler 3 saat boyunca bu olayı okuyorlar, değerlendiriyorlar ve bu olay da çözülmesi gereken sorunları kendileri tespit ediyorlar. Pazartesi günü bu tespiti yaptıktan sonra salı ve çarşamba günleri kütüphanede araştırma yapıyorlar ve bu araştırmanın sonucunu perşembe günü bir araya gelerek o toplantıda birbirlerine anlatıyorlar. Burada bazen öğrencilerin araştırmalarından bizler bir şey öğrendik. Onların buldukları yeniliklerden açıkçası bir şeyler öğrenme fırsatını bulduk. Adeta onlara hayran olduk ve onlar severek çalıştıkça aynı sevgi bizim tarafımızdan da desteklendi.

- Hocam bu metodun pratik çalışmalardan farkını anlatırken benim dikkatimi çeken husus şu oldu: Tek bir derse değil o dönemin, o yılın bütün derslerine odaklanılması, aynı zamanda Roma hukukundan beri gelen Özel Hukuk- Kamu Hukuku ayrımını da ortadan kaldırıp bir anlamda hukukun bir bütün olduğunu, öğrenciye uygulamalı bir şekilde gösteriyor zannediyorum.

- Çok doğru çünkü hayatta hiçbir zaman için size “söyle bakalım bu davada açılacak yetkili mahkemeler neresidir” diye bir soru sorulmuyor. Size çoğu zaman bir olay geliyor. Olayda yetkili mahkemeyi, görevli mahkemeyi sizin bulmanız ve o davayı açmanız dışında açılabilecek diğer davaları, buna paralel olarak ortaya çıkan sorunları da çözmek, bu konuda da muhakeme yapmak ihtiyacını hissediyorsunuz. Bu yüzden probleme dayalı öğrenimde gerçek hayatın içinde adeta kendinizi buluyorsunuz ve daha 1. sınıftan itibaren. Düşünebiliyor musunuz? O hiç konuşmayan öğrencinin yerine 4 yıl boyunca haftada en az 6 saat birlikte konuşmak, anlatmak mecburiyetinde olan bir öğrenci karşınızda oluyor. Bunu yaparken öğrenci aslında düzgün konuşmayı, kendisini en iyi şekilde ifade etmeyi de öğreniyor. Bizim çünkü daha önceki yıllarda bazı öğrencilerimiz bize soru sormak istediklerinde veya gelip koridorda bizi yakaladıklarında “yaaa hocam şeyy, yaniii, şimdii” şeklinde cümleye başladıklarında hep gelecekleri bakımından endişe duyuyorduk. Çünkü ilerde mahkemede de benzer bir şekilde söze girdiğinde ya da bir şekilde soru sormak istediklerinde eğer soruya böyle başlarlarsa bu son derece olumsuz bir şekilde karşı tarafı etkiler. Çünkü biz hukukçuların mümkün olduğu kadar en iyi şekilde konuşmak, en iyi Türkçeyi konuşmak ve en doğru şekilde düşüncemizi ifade etmek mecburiyetimiz var. Bu küçük toplantıların sonunda bir de küçük sınavlar yapılıyordu. Ve bu 8 ya da 10 kişilik topluluk ne kadar güzel çalışmışsa o kadar güzel not alıyordu.

- Peki bu metodu bir dönem yani 4 yıllık bir döneme uygulayabildiniz mi? 1. Sınıftan 4. Sınıfa kadar?

- 4 yıllık bir dönem uygulayabildik ve ilk mezunlarımızı da verdik. Zannediyorum onlar da kendilerini çok farklı hissettiler.

- Evet ben de onu soracaktım. Geri dönüşler oldu mu?

- Elbette. Bürolardan da çok olumlu şeyler işittik. Çünkü her şeyden önce araştırma yapmayı biliyorlardı. Yani neyi, nerden bulabileceklerini biliyorlardı. Bizim aslında temel bazı bilgilerin yanında araştırma metodlarını, sistemlerini öğrenciye anlatabilmemiz lazım, onu öğretmemiz lazım. Hukuk fakültelerinin şu anda en büyük eksikliklerinden birtanesi bu. Mezun oluyor ama maalesef araştırma yöntemlerinden pek de haberdar değil.

- Şimdi sizin çalışma hayatınıza geçmek istiyorum. Hem anılarınızda hem de internette sizin hakkınızda yazılanlar üzerinden ilginç bir detay yakaladım: Çok erken başlayıp güne erken bir şekilde bitiriyorsunuz. Ben tipik bir çalışma gününüzü nasıl geçirdiğinizi merak ediyorum. Sizin için hayat kaçta başlayıp kaçta bitiyor?

- Şöyle söyleyeyim, ben geç yatan bir insan değilim. Geç saatlere kadar oturamıyorum. Uyumam gerekiyor. Herhalde vücudum alıştı buna. Erken yattığım zaman da erken kalkıyorum. Benim için çalışmanın en güzel dönemi öğlene kadarki dönem, çünkü öğlene kadar beyin çok daha dinlenmiş oluyor. Çok daha dikkatli oluyorsunuz. Çok daha iyi bir şekilde düşünebiliyorsunuz, muhakeme edebiliyorsunuz. Öğlene doğru zannediyorum motorlar ısınmaya başlıyor, beyniniz de ısınıyor. Benim artık öğrenciliğimde yaptığım gibi geceleri çalışma alışkanlığım yok. Geceleri genellikle dinleniyorum. Ama çoğu zaman bitirmem gereken işler söz konusu olduğunda mecburen gece de çalışıyorum. Ama haftasonları özellikle eğitim öğretim dönemi içinde ben pazar günleri mutlaka çalışıyorum. Ben sadece cumartesi günü kendime, eğer yapabilirsem tatil yapabiliyorum. Şimdi tabi ki pandemi döneminde böyle bir tatil imkanı da söz konusu değil. Ancak evde geçirebiliyorsunuz zamanınızı, ama pazar günü genellikle çalışarak geçiyor. Çünkü ya önceki haftadan bitiremediğiniz işler oluyor onları tamamlıyorsunuz, ya da gelecek haftada yapılması gerekenler oluyor. Onların hazırlığını yapmak durumunda kalıyorsunuz. Benim genellikle erken başlıyor çalışmam ama geç saatler de devam ediyor. Öyle söyleyebilirim.

- Hocam 1978 yılında İstanbul Üniversitesi’nden mezun oldunuz. Bugüne kadar artık yarım asra yaklaşan bir tecrübeniz var. Buradan hareketle akademik kariyerinizde ufkunuzu genişleten, sizin perspektifinizde bir kırılmaya yol açan hocalarınız oldu mu?

- Ben İstanbul Hukuk’tan mezun olduktan sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde yine doktora yapmayı düşünmüştüm. Fakat benim hocam Necmeddin Berkin emekli olduktan ve İsviçre’ye yerleştikten sonra tanıdığım hocalarım kalmadığı için ben Ankara Üniversitesi’ne gittim doktora yapmak için. Allah rahmet eylesin Kudret Ayiter “ille benim bacanağımın yanında yap doktorayı” diyordu ama ben kendisine çekindiğim için bacanağının kim olduğunu soramadım. Meğerse Prof. Dr. Baki Kuru imiş. İyi ki de ben sonra Ankara’ya gittim. Hocanın yanında çalışmalarıma başladım. Fakat yeterlik sınavından sonra ben Almanya’ya gittim, hoca da ondan sonra fakülteden ayrıldı, emekli oldu. Tabi ki ilk etkilendiğim, hala da bizim için bir değer olan Baki Hoca’nın kürsüsünde çok şey öğrendim, çok etkilendim. Daha sonra Ejder Yılmaz Hoca ile benim doktora çalışmam son buldu. Ondan da çok şey öğrendim. Özellikle bir bilim insanının başkalarına ne kadar yardım edebileceğini, ne kadar yardım etmesi gerektiğini ne kadar fedakarlık yapması gerektiğini ondan öğrendim. Çünkü o, hayatta hiç kimseden görmediğim fedakarlıkları gösterdi. E tabi ki benim İzmir’deki sevgili hocam Bilge Umar bana çok şey öğretti. Daha sonra kendi alanımla ilgili pek çok hocamdan başka başka şeyler öğrendim. Kimisini şahsen tanıdım, gördüm; kimisini kitaplarından öğrendim. Yani ben hala pek çok kişiden etkileniyorum.

- Bu saydığınız hocalarla paylaşmak istediğiniz bir anınız var mı hocam?

- Baki hocanın derslerinde çok heyecanlanırdım. Bunun en önemli sebeplerinden birisi de belki ben İstanbul mezunuydum ve İstanbul’da biz laf aramızda biraz Ankara’yı Hukuk Mektebi olarak pek küçümserdik. Hatta kendi aramızda da bu düşünceye inanmıştık. İşte İstanbul enternasyonelmiş, onlar değilmiş vs. gibi böyle şehir efsaneleri vardı. İyi ki de Ankara’ya gitmişim, her şeyden önce onu söyleyeyim. Böyle bir şeyin doğru olmadığını gözlerimle gördüm hem de yaşadım. İkincisi de bizimki sadece tevatürden ibaretmiş, hiç de doğru tarafı da yokmuş. İyi ki de Baki hocayı tanıdım. Ben, tabi ki başka bir fakülteden gelmenin tedirginliğiyle acaba aradaki bazı derslerin içeriklerini ya da sorularını cevaplayabilir miyim endişesiyle açıkçası her dersine büyük bir heyecanla katılıyordum. Ama ondan öncesinde de mümkün olduğu kadar hazırlıklı gitmeye çalışıyordum. Bir müddet sonra onun yanında büyük bir huzur buldum ve hocayla birlikte çalışmanın da büyük bir mutluluğuna eriştim.

- Almanya’ya gittiğiniz dönemlerde oradan ilham aldığınız, birlikte çalıştığınız hocalarınız oldu mu?

- Mutlaka oldu. Prof. Dr. Dr. h.c. Dieter Leipold Usul Hukuku alanında en ünlü profesörlerden birisiydi Almanya’da. Freiburg Üniversitesindeydi. Ben kendisiyle tanışmaya gittiğimde onun çok ünlü bir Stein/Jonas Şerhinde yazarlığı vardı. Ama aynı zamanda pek çok kitabı da vardır. O kitabın, o şerhin üzerinde çalışması devam ediyordu. Fakat benim Türkiye’de hiç görmediğim bir metoddu. Elinde bir mikrofonla yazması gereken şeyleri mikrofona söylüyordu, ayaklı bir teyp vardı. Ayağıyla o teybe basıp konuşuyor, yazması gereken şeyleri oraya söylüyordu. Sonra içeride sekreterini gördüm. Onun da bir kulaklığı var, o da teypteki konuşmaları kağıda döküyordu. Bu sistemi hiç görmemiştim, bana çok enteresan geldi. Çok da modern geldi. Fakat Türkiye’de bunu hiç yaşamamıştım. Sonra onların tabi ki kürsü olarak çalışmaları da beni çok etkiledi. Biz çoğu zaman tek başımıza çalışıyoruz, tek başımıza her şeyi araştırıyoruz buluyoruz. Orada kürsünün birlikte çalışması, malzemeleri toplaması, hocaya getirmesi ve hep birlikte o yayının hazırlanmasında katkıları aslında eserin daha çabuk, yoğun bir şekilde araştırılarak ortaya çıkmasını da sağlıyor. Benim gördüğüm ve etkilendiğim kişilerden birisi de Prof. Leipold’dür. Ki o da tıpkı Baki hoca gibi Almanya’da kendi alanında en iyi usul hukukçularından bir tanesidir. Çok üreten, çok çalışan bir kişi olarak benim için bir şanstı.

- Tekrar Türkiye’deki tecrübenize dönmek istiyorum. 2011 yılında kabul edilen Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun tasarı aşamasında siz komisyon başkanı olarak görev yaptınız. Bunun yanı sıra 10’a yakın kanun hazırlık çalışmalarının komisyonlarında üye ve başkan olarak da görevleriniz var. Ben Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nu merak ediyorum. Bizim hep Kanun Koyucunun iradesi olarak öğrendiğimiz o irade nasıl şekilleniyor? Biraz bundan bahsedebilir misiniz?

- Elbette tabi ki bu kolektif bir iradenin ürünü. Siz sadece belki birkaç konu hakkında dokunuş yapabiliyorsunuz ya da bir orkestra şefi gibi sadece belli şekilde yönlendirmeler yapabiliyorsunuz. Ama her şeyden önce şunu söyleyeyim: 2003 yılında Hukuk Muhakemeleri Kanunu Komisyon Başkanlığı bana teklif edildiğinde ben çok korktum. Gerçi öncesinde İstinaf Mahkemelerinin Kuruluşu ile ilgili komisyonda görev almıştım ve pek çok komisyonda da çalışmıştım o zamana kadar. Ama bir kanun komisyonu başkanlığı son derece zor, sorumluluk isteyen bir iş olarak gözüme çarptı ve haklıydım da bu tedirginliğimde. Ama daha sonra bir şekilde arkadaşlarımın özellikle İzmir’deki arkadaşlarımın desteğiyle bu işe giriştik. Biz genç bir kadroyla aslında işe başladık. Bizim aramızda Yargıtay üyeleri, hakimler, öğretim üyeleri, kendi alanımızdaki öğretim üyeleri dışında diğer komisyonlardan farklı olarak başka kanunları da ilgilendirmesi sebebiyle medeni hukukçu, devletler özel hukukçularını ve ticaret hukukçularını da komisyonun içinde görevlendirdik. Böylelikle bizim alanımızla ilgili pek çok hükmün zaman zaman Medeni Kanun zaman zaman Ticaret Kanunu zaman zaman Devletler Özel kanunlarını ilgilendirmesi sebebiyle onların da bu konuda katkıda bulunmasının gerekli ve zorunlu olduğunu düşündük. Çünkü Medeni Kanun’a bakın, Medeni Kanun komisyonunda 60 kişiye yakın çalışan vardı ama hiç usul hukukçusu yoktu. Bakın Medeni Kanun’un 16 yerinde “Dava, davalının yerleşim yerinde açılır.” diyor. Bu zaten HMK’da vardı. Neden Medeni Kanun’da biz 16 kez aynı şeyi tekrarlıyoruz? Keşke bunlar olmasaydı. İsviçre bunu çoktan çıkarmıştı ama biz 2002 yılında yeni kanun yaparken tekrar bunları kanunda sanki bir federal yasa hazırlıyormuş gibi kantonel bir durum varmış gibi bunları tekrarladık. Bakın başka bir vahim durumdan daha söz edeyim: İspat yüküne ilişkin Medeni Kanun’daki hüküm 1926 yılında tercüme edilirken yanlış tercüme edilmiştir. Bunu daha sonraki yıllarda pek çok kişi özellikle Prof. Dr. Bilge Umar hocam “İspat Yükü” isimli doçentlik tezinde çok ayrıntılı bir şekilde açıklamış ve bu tercümenin yanlış olduğunu ve Türk kanun koyucusunun da doğru cümleyi anlaması gerektiğini söylemiş, kendisi de oturup tercüme etmiştir. Gelgelelim 2002 yılında aynı yanlış tercüme tekrar edildi. O yüzden biz HMK’da ispat yükünü yeniden düzenledik. Baktığınız zaman hem Medeni Kanun’da var hem HMK’da. Ama doğru olan HMK’daki düzenleme tabii ki.

- Usul kanunları bir yandan da doğrudan uygulamaya yönelik kanunlar. Komisyon çalışmaları esnasında bu özelliği dikkate alarak sade bir dil kullanmaya özellikle özen gösterdi mi komisyon üyeleri?

- Elbette. Kanun hazırlarken en önemli hususlardan bir tanesi kanunun dilidir. Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun değiştirilmesi konusundaki düşüncenin en önemli sebeplerinden biri, bizim artık kanunu sınıfta okuduğumuz zaman öğrenci hiçbir şey anlamıyordu. Adeta amin diyebilecek kadar Arapça anlamadığı sözcükler vardı. Bu nedenle bize verilen görevlerden bir tanesi de günümüz Türkçesine uygun bir şekilde dilini kullanabilmekti. Ama bunu yaparken bazı şeylerin karşılıkları da bulunamadı, o konuda da zorlama yapmadık. Mesela isticvabın Türkçe karşılığı yok. Belki ileride Türk Dil Kurumu gelişebilir, bu konuda farklı şeyler bulabilir ya da fer’i müdahaleye bağımlı, bağımsız katılan gibi çok kullanılmayan kelimeleri tercih etmedik. Ama pek çok şeyi Türkçeleştirmeye gayret ettik.

- Hocam akademik yazıma ilişkin bir hususa geçmek istiyorum. Sizin Ders Kitabı, Temel Bilgiler ve Pratik Çalışmalar başlıklarıyla yayınlanmış eserleriniz var. Bu eserlerden bir kısmı da 20. baskılarını geçmiş durumda. Ama siz bunların yanısıra blog yazıları da yazıyorsunuz meslektaşlarınızla birlikte. Buradan hareketle akademik metinlerin biçimiyle ilgili bir şey sormak istiyorum. Bugün itibariyle yaşadığımız dijital dünyada makaleleri, monografik eserleri okuyanların sayısı gün geçtikçe azalıyor. Maalesef hukukçular artık internet kolaylığına da alışmaya başlamış durumda. Hatta, akademide çok popüler olan bir makale başlığı “Profesör Sizi Kimse Okumuyor” şeklinde bir başlık var sürekli paylaşılan internet üzerinde. Sizce akademik yazım biçim bakımından nereye gidiyor hocam?

- Önce ilk baştaki aktif eğitimle ilgili söylediklerimi hatırlatmak istiyorum. Biz hukuk eğitiminde zaten öğrencileri okuma konusunda teşvik etmiyoruz, zorlamıyoruz. Zaten stajın önünde veya sonunda bir sınav da yok. Kimse sizi bir şey okumaya zorlamıyor. Uygulamaya çıktığınız zaman da bir Yargıtay kararını dilekçenize koyabiliyorsanız bu işinize yarıyor. Bir hukukçu olarak teorilerle, doktrinle, yazılmış olan kitaplarla, görüşlerle pek fazla ilgilenmiyorsunuz. Hiç kimse de bunu sizden beklemiyor. Hatta yakın zamana kadar bir yüksek lisans, doktora yapmak istediğinizde “vakit kaybetme, gel bir an önce büroda artık işe başla” diye söylenebiliyordu. Ben bunların giderilmediği takdirde bu okumanın daha da azalacağına inanıyorum. Bakın Türkiye’de şu anda 200.000 civarında aktif hukukçu var. Bunların işte 140.000 civarı avukat deseniz, hakimiyle öğrencisiyle, başka alanlarda çalışanıyla 200.000’e yakın. Basılan bir kitap 300 civarında satıyor yılda. Ders kitabından söz etmiyorum. Sizin diyelim ki “Tasarrufun İptali Davaları” kitabınız olsun, en iyisi 1000 tane satar. İkinci basısını yaparsanız ne mutlu size. Şimdi bu kadar yoğun, 16.000 öğrencinin hukuk okuduğu, 200.000 civarında hukukçunun bulunduğu bir ülkede 300 kitap çok az. Çünkü okumasının kendisine bir fayda sağlayacağını görmemiş, duymamış, zorlanmamış. Bu ancak eğitimle olabilir.

- Yani hocam aslında “akademik yazımın şekil değiştirmesi evet belki dijital dünyanın da getirdiği bir şey ancak biz bunu ancak hukuk fakültesinde öğrencileri zorlayarak, onları okumaya alıştırarak aşabiliriz” diyorsunuz ben öyle anlıyorum.

- Hem öyle hem de okuduktan sonra başarılı olduklarını görebilmeliler. Hem de karşı tarafın da bunu kendilerinden beklemesi lazım. Ama bütün bunlara rağmen blog yazılarından öğrendiğim kadarıyla çok da kötümser olmamak gerekir. Bazı kitapların satışı düşük olsa bile blog yazılarında okumanın daha fazla olduğunu görüyoruz. Pandemi sebebiyle alelacele bir makale hazırlamıştım. (Lexpera Blog’da Prof. Dr. Hakan Pekcanıtez tarafından yazılan makaleler) Sonra bana söylenen 8.000 kişinin en azından -şimdi öyle diyorlar tıkladığını, ha okuyup okumadığını bilemiyorum ama- tıkladığını söylediler. Bu çok iyi bir rakam. Bu söylediğim sadece 1 hafta içinde. Okuyan, takip eden, meraklı olanlar da var. Ama bence eğitimde öğretimde öğrenciye kitap konusunu, araştırma konularını biraz daha fazla zorlamamız gerekiyor.

- Aslında hocam sizin alanınıza dair organizasyonel bir hususa ilişkin bir şey sormak istiyorum. Türk Medeni Usul ve İcra İflas Hukukçuları Birliği MİHBİR’in faaliyetlerini başlattınız. Bunun yanı sıra aynı zamanda Dünya Usul Hukukçuları Birliği’nde de öncü çalışmalarınız var. Hatta bu organizasyonun İstanbul’da da gerçekleşen etkinlikleri oldu. MİHBİR, Türkiye’de hukukçu akademisyenler açısından benim bildiğim kadarıyla diğer alanlarla karşılaştırıldığında çok örneği olmayan bir komünite. Böyle bir topluluk oluşturulmasının sizce alana ne gibi bir faydası var?

- 1986 yılında Almanya’da Alman Usul Hukukçuları Toplantısına o zaman birlikte çalıştığım Alman hoca ile birlikte katılma fırsatını buldum. Yaklaşık 100 kadar usul hukukçusu - ama Almanya’da usul hukukçuları aynı zamanda medeni hukukçu, aynı zamanda ticaret hukukçusudur, başka alanlarda da mutlaka ilgileri, dersleri, çalışmaları olan hocalardır- bunların içinde Avusturya’dan, İsviçre’den, başka ülkelerden katılanlar da vardı. İki senede bir bir araya gelerek burada güncel sorunları, Dünyadaki gelişmeleri tartışabilme fırsatını buluyorlardı. İki gün boyunca bu tartışmalara katıldım. Benim doktoradan sonra doçentlik tezim de ilk katıldığım bu Alman Usul Hukukçuları Toplantısından esinlenmem sonucunda ortaya çıktı. Fer’i Müdahale, Üçüncü Kişilerin Davadaki Etkisi tartışılmıştı. Ben de onun üzerine fer’i müdahaleyi doçentlik tezi olarak aldım. Sonra Türkiye’ye geldim. Tabi o zaman iki tane hukuk fakültesinden sonra İzmir’de üçüncüsü açılmıştı. Sonra açılanların öğretim üyeleri henüz yoktu. Fakat 2000 yılına geldiğimizde artık bizim de sayımızın arttığını görünce o zaman hocalarımla konuştum, dedim ki: “Niye biz Almanya’daki gibi senede bir veya iki veya iki senede bir bir araya gelip güncel sorunları tartışamıyoruz? Hem birbirimizi tanıma fırsatı buluruz hem de bu sorunları tartışabiliriz.” Herkes çok olumlu karşıladı ve ilk toplantıyı Eskişehir’de gerçekleştirdik. Üniversitenin imkanları da çok önemliydi, bize çok önemli bir destek de sağlanmıştı. Aslında düşüncemiz iki senede bir yapmaktı ama özellikle Baki hocamız bu toplantıların her sene yapılmasını, son derece memnun kaldıklarını söyledi. Herkes destek olunca her sene yapmaya başladık. Hatta yavaş yavaş çıtayı yükselttik. Bir müddet sonra yabancıları da davet ettik, onların da katılımcı, konuşmacı olarak katılmalarını, konuşmalarını sağladık.

- Yani hocam benim anladığım kadarıyla, ben de bir akademisyen adayı olarak hep yaşadığım zorluk şu: tek başıma okuma yaparak, araştırma yaparak ancak çok sınırlı bir anlayışa sahip olabiliyorum. Ne zamanki siz kendi alanınızdan farklı insanların perspektiflerinden bir şeyler görüyorsunuz o sizde belki bir ilham ışığı yakıyor. Dolayısıyla MİHBİR’in de bu alanda çalışan insanların birbirini tanıması hem de bu çalışmaları filizlendirmesi açısından bir katkısı olduğunu anlıyorum ben.

Son olarak hocam nasıl bitirmek istersiniz?

- Son olarak bizim hukukçuların tek bir sermayesi var, o da bilgi. Bu bilgiye de daha çok okuyarak, daha çok kitaba karışarak ulaşabiliyoruz. Bu sermayemiz ne kadar yüksek olursa o kadar başarılı olabilme imkanımız da var. Bu yüzden ben gençlere, her ne kadar günümüzde her şey dijital ortamda olsa da mümkün olduğu kadar kütüphanelerinin zengin olması ve bu kütüphanede yer alan kitapların mutlaka takip edilmesi, fırsat buldukça okunmasının gerekli olduğunu düşünüyorum. Aynı anda her şeyi okuyamayabilirsiniz. Bugün aldığınız bir kitap 20 sene sona size çok büyük bir şekilde ışık tutacaktır. Bugün belki çok önemsemediğiniz bir alan size gelecekte çok önemli birtakım imkanlar sunabilecektir. O yüzden bu yelpazeyi çok açık tutmak gerekir. Son olarak da bir şey daha söyleyeyim: Artık uzmanlaşmamız lazım. “Ne iş olsa yaparım abi gibilerden, hukukun her alanında biz uzmanız biçimindeki” düşünce terk edilmelidir. Bakın tıpta kaç tane ana bilim dalı var, kaç tane uzmanlık var. Hukukta yok. Ne hakimimiz uzman, ne avukatımız uzman. Bu uzmanlıkları da sağlayamadığımız takdirde hata yapabilme, eksik olarak birtakım hususları ortaya koyabilme ihtimali, daha doğrusu tehlikesi söz konusu olabiliyor. Size de teşekkür ediyorum bunları söylememe fırsat tanıdığınız için. Size de oralarda başarılar diliyorum, güzel şeyler yapacağınıza inanıyorum. Yolunuz açık olsun diyorum.

- Hocam çok teşekkür ediyorum davetimi kabul edip katıldığınız için. Sizinle metod üzerine konuşulacak daha çok şey var ama bugün zaman sınırı nedeniyle bunları konuşabildik. Tekrar teşekkür ediyorum hocam.

- Ben de teşekkür ediyorum sağolun.


🙏 Katkılarından ötürü Arş. Gör. Esra Bulut'a ve Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisi Elif Kara'ya teşekkür ederim!

Lexpera Blog’da yayımlanan yazılar, yazarlarının görüşlerini ifade eder. Lexpera Blog’da bir yazıya yer verilmesi, o yazıda savunulan görüşlerin On İki Levha Yayıncılık tarafından benimsendiği anlamına gelmez. Yazılar, bilgi amaçlı olup, hukuki mütalaa ya da tavsiye niteliği taşımamaktadır.
5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu ve diğer mevzuat hükümlerine aykırı ve bilimsel yazma etik kurallarını aşan iktibaslar konusunda yazarların ve On İki Levha Yayıncılık’ın rızası bulunmamaktadır.
Author image
Ankara Websitesi
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu, Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde araştırma görevlisi.