A. Anayasa Mahkemesi’nin Aile Konutunun Haczedilmezliğine İlişkin Kararının Genel Çerçevesi
Anayasa Mahkemesi yeni yayınlanan bir kararında[1] kısaca, bir eşin borcundan dolayı diğer eşin de, aile konutu hakkında haczedilmezlik şikâyetinde bulunabileceğini, aile konutu bir eşin mülkiyetinde olsa dahi, aile konutunun tüm aile bireylerini korumaya yönelik bir alan olduğunu, gerek ulusal gerekse uluslararası düzenlemelerle ailenin (ve ailenin barınma, ilişkilerinin sürdürülebilirliği, aile hayatına saygı, eşlerin mutluluğu, çocukların geleceği gibi diğer noktalarda) korunduğunu, ailenin korunması bakımından Devletin pozitif yükümlükleri de bulunduğu, bu yükümlülüğün alacaklıya tanınan alacak (mülkiyet) hakkından bağımsız bir yükümlülük olduğunu, bu sebeple eşin borcu için onun mülkiyetinde olup aile konutu halindeki evin haczinin belirtilen hakları ihlâl ettiği, haczedilmemesi gerektiği sonucuna varmıştır. Bu kararda İİK m. 82’deki haline müsait meskenin haczedilmezliğinin, aile konutu söz konusu olduğunda sadece barınma hakkını değil, yukarıda zikredilen hususları da kapsadığı belirtilerek; bu noktada alacaklının alacağını elde etmedeki mülkiyet hakkıyla, borçlunun barınma ve ailenin korunması hakkı arasındaki dengede, barınma ve ailenin korunmasına üstünlük tanındığı vurgulanmıştır.
Karar oyçokluğu ile alınmıştır, karşı oy yazılarında ise daha çok teknik sebeplerle ve icra hukuku kuralları, kanun hükümlerinin (biraz da eksik) yorumundan hareket edilmiştir. Özetle, meskeniyetle, aile konutu arasında bağ kurulmasının doğru olmadığı, aile konutu ile ilgili düzenleme alanının meskeniyetle özdeşleştirilemeyeceği, doktrinin aksi görüşüne rağmen Yargıtay uygulamasının sadece takibin taraflarına şikâyet hakkı verdiği, takibin tarafı olmayan eşlere böyle bir hakkın verilmediği, Anayasa Mahkemesi’nin kanun hükümlerini bu şekilde yorumlayamayacağı gerekçelerine dayanılmaktadır.
B. Anayasa Mahkemesi Kararının Yerindeliği
1. Genel anlamda şikâyet hakkında, özel olarak da haczedilmezlik şikâyetinde sadece takibin tarafları değil, ilgililer de hak sahibidir, hukukî yollara başvurabilir. Öncelikle belirmek gerekirse, Anayasa Mahkemesi’nin kararı birçok yönden yerinde bir karardır. İlk derece mahkemesi ve Yargıtay’ın bu yöndeki gerekçeleri hem temel haklar hem de icra hukuku bakımından yanlıştır. Zira, ilk derece ve Yargıtay kararlarında temel gerekçe olarak, meskenin haczedilmezliği konusunda sadece takibin tarafı olan borçlunun hak sahibi olabileceği ve şikâyet yoluna başvurabileceği, takibin tarafı olmayan eşin veya aynı konutta yaşayan aile fertlerinin bu hakkının bulunduğuna dayanılmaktadır. Oysa bu husus temel haklar ve icra hukuku kuralları bakımından kabul edilemez. Nitekim Anayasa Mahkemesi de buna dikkate çekmiştir. Çünkü, temel hakların korunması kapsamında çok şeklî ve dar yorumlanması söz konusu olamaz, temel hakları ve özgürlükleri koruyucu yönde yorum yapmak gerekir[2]. Ayrıca icra hukuku bakımından da şikâyet hakkı sadece takibin taraflarına değil, o hakla ilgili olan, hakkı etkilenenlere de tanınmış bir haktır. Bu sebeple, şikâyette taraftan değil, “ilgili”den bahsedilir. Her ne kadar Yargıtay bu konuda farklı kararlar verse, şikâyet hakkının kullanımını daraltsa ve çoğunlukla taraflara aitmiş gibi bir yola girse de, şikâyet sadece takibin taraflarına değil, aynı zamanda takiple ilgili olup icra dairesinin işlemlerinden etkilenen ilgililere de tanınmış bir haktır. Türk-İsviçre doktrininde bu konuda tereddüt yoktur[3]. Aynı zamanda şunun da altını çizmek gerekir ki, şikâyet hakkı sadece aile konutu şerhi sahibi eşe ait değildir. Aile konutu şerhi sahibi olmayan eş ve hatta borçlu ile birlikte oturan aile üyelerinin (örneğin, çocuklar anne-baba vs.) tamamı meskenîyet şikâyetinde bulunma hakkına sahiptir.
2. Haczedilmezlik ve meskeniyet konusu, sadece borçluyu değil, ailesini de ilgilendiren ve ailenin korunmasını da sağlayan sosyal düzenlemelerdir. Meskenin haczedilmezliğine ilişkin kural, sadece borçluyu değil, eşini ve onunla birlikte yaşayan ailesini de korumaya yönelik bir düzenlemedir. Bu sebeple bu konuda haczedilmezliği düzenleyen İİK m. 82/1-12’de yer alan “borçlunun haline münasip evi” ifadesi, Anayasa Mahkemesi kararında da belirtildiği üzere, Yargıtay kararlarında ve doktrinde “borçlunun ve ailesinin sosyal ve ekonomik durumuna uygun konut” olarak anlaşılmaktadır. Bu da göstermektedir ki, haline münasip ev sadece borçluyu değil, ailesini ve daha doğrusu birlikte oturanları korumaya yönelik bir koruyucu sosyal icra hükmüdür. Bu tür hükümler “sosyal cebrî icra”, “cebrî icranın sosyal uygulaması” veya "koruyucu cebrî icra” şeklinde de ifade edilmektedir[4]. Aslında haczedilmezliğin önemli bir kısmında sadece borçlunun değil, ailenin de korunması amaçlanmaktadır[5].
3. İcra hukukunda gözetilmesi gereken menfaat dengesi, mülkiyet hakkına karşı, barınma ve ailenin korunmasına öncelik verilmesini gerektirir. Cebrî icra hukukunda menfaat dengesi diğer hukuk alanlarından daha fazla öneme sahiptir. Özellikle devletin güç, cebir kullandığı, özel alana da müdahale ettiği, temel hak ihlâli potansiyeli bulunan ceza hukuku, vergi hukuku, icra hukuku gibi alanlarda menfaat dengesi, ölçülülük ilkesi çok daha önemlidir[6]. Zaten bu alanlarda, Anayasa’nın belirlediği çerçevede, kanun koyucunun çizdiği sınırlar içinde müdahalenin olabilmesi için kanunîlik ilkesi bu sebeple çok katı uygulanmaktadır. Somut olayda da temel haklar arasında yer alan alacaklının alacak, yani mülkiyet hakkıyla, borçlunun (ve ailesinin) topluma muhtaç olmaması için barınma hakkı ve ailenin korunması arasındaki menfaat dengesinde ikincisine ağırlık verilmiştir[7]. Bu, icra hukukunun sosyal yönüdür[8].
4. Ailenin korunması ve diğer bireylerin haklarını da ilgilendiren durumlarda sadece takibin tarafları değil, doğrudan ilgililer de hukukî yollara başvurabilir. Gerek Türk doktrininde gerekse yabancı doktrinde kabul edilen yukarıdaki temel ilkeler ve çerçeve kapsamında hem borçlu ve ailesinin korunması bakımından mesken haczi sadece borçluya yönelik bir koruma sağlamaz hem de bu korumanın ihlâli halinde, sadece borçlu değil, aynı meskende bulunan diğer fertler de başta icra hukukunun imkân verdiği çerçevede tüm hukukî yollara başvurabilirler[9].
5. Kararın karşı oy yazıları çok zayıf ve teknik olarak da doğru değildir. Bu gerekçeler karşısında Anayasa Mahkemesi kararında yer alan karşı oy yazılarının gerekçeleri ise çok yetersiz kalmaktadır. Hatta karşı oy yazılarının bazı yerlerinde adeta yanlış alt derece uygulaması ve kararları üzerinden gidilerek Anayasa Mahkemesi’nin çoğunluk gerekçesi değerlendirilmektedir. Oysa karşı oy yazanlar da daha önce hangi görevde bulunmuş olurlarsa olsunlar artık Anayasa Mahkemesi üyesidir. Bu sebeple, anayasal incelemelerin Yargıtay kararlarına uygunluğu değil, ilk derece ve temyiz kararlarının Anayasa’ya ve temel haklara uygunluğu esastır. O ana kadar süregelen Yargıtay uygulaması, mevcut durumun doğru, haklı ve Anayasaya uygun olduğunu göstermez. Nitekim karşı oy yazılarından birinde, Yargıtay’ın (doktrinin aksi görüşüne rağmen) şikâyet konusundaki öteden beri devam eden yanlış uygulamasına atıf yapılarak açıklama yapılması, gerçekten anayasal denetim bakımından dikkat çeken ve üzüntü verici bir durumdur.
C. Anayasa Mahkemesi Kararının ve Bu Konulardaki Yaklaşımının Bazı Yönlerden Eleştirisi
Anayasa Mahkemesi’nin kararı özünde doğru olmakla birlikte karar içinde yer alan bazı ifadeler, inceleme tarzı ve genel yaklaşımı hakkında bazı hususları da eleştirmek veya ayrıca değerlendirmek gerekir.
1. Kavram ve terminoloji konusunda hassasiyet gösterilmemekte, yanlış kavram ve terminoloji kullanılmaktadır. Öncelikle Anayasa Mahkemesi’nin birçok kararında rastlanıldığı üzere, bu kararında da kendi alanıyla, yani anayasa hukuku, temel haklarla ilgili konularda kullandığı terminoloji çoğunlukla daha dikkatli olsa da, maalesef hukukun diğer alanlarını ilgilendiren konularda kavramları ve terminoljiyi yerinde ve doğru kullanmamaktadır. Oysa Anayasa Mahkemesi gibi çok üst seviyede yargı fonksiyonu üstlenen ve hukukun, hatta hayatın tüm alanlarına yön veren kararlara imza atan Anayasa Mahkemesi bu konuda daha dikkatli ve özenli olmak durumundadır. Örneğin, konuyla çok doğrudan bağlantılı olmasına rağmen, bir icra kitabına bakıp şikâyette “ilgili” kavramının kullanıldığına, ilgilinin de hak sahibi olduğuna değinmemiştir. Keza çok yanlış bir şekilde, mahkemenin “dava ehliyeti yokluğundan” red kararı verdiğine değinmiştir. Aynı yanlış, karşı oy yazılarında bir de aktif dava ehliyeti diye devam ettirilmiştir. Oysa dava ehliyeti, taraf ehliyeti, sıfat, hukukî yarar bunların belirli bağlantıları olsa da tamamen farklı şeylerdir[10]. Keza Anayasa Mahkemesi konuyla aslında bağlantılı olmasa da, HMK’da yer alan taraflarla ilgili dava şartlarına ve dava şartlarıyla ilgili genel hükümlere de yer vermiştir. Oysa bunların konuyla doğrudan ilgisi bulunmamaktadır. Bu sebeplerle, Anayasa Mahkemesi’nin aslında tüm kararlarında bu hususu tekrar dikkate alarak, farklı alanlarda yanlış anlaşılmaya mahal vermeyecek şekilde doğru terminoloji ile kavramları doğru kullanmaya özen göstermesi gerekir. Anayasa Mahkemesi buna dikkat etmeyecekse, yeni hukuk fakültesine başlayan öğrenciden, mahkeme kararlarına kadar başkalarından bunu beklemek zordur.
2. Yetersiz kaynaklarla inceleme ve değerlendirme yapılması söz konusudur. Anayasa Mahkemesi uzun süreden beri yetersiz kaynaklarla kararları standart bir formatta vermektedir. Daha önceleri, doktrindeki temel kaynaklara, farklı yargı kararlarına yer veren Anayasa Mahkemesi, özellikle bireysel başvurular üzerine başladığı ve maalesef iptal kararlarına da sirayet edecek şekilde yeterli kaynak kullanmadan kararlar vermektedir. Anayasa Mahkemesi bireysel başvurularda daha önce kendisi tarafından veya duruma göre AİHM tarafından verilen kararlara atıf yaparak kararlarını vermektedir. Oysa, temel haklar boyutu içinde farklı alanları ilgilendiren konularda en azından o alanların ana kaynaklarına bakılması, temel bilgilerden yararlanılması ve atıf yapılması üst seviyede inceleme yapan Anayasa Mahkemesi’nden haklı beklentidir. Keza yine Mahkeme’nin kendisinin bu konuda daha önce verilmiş kararlarıyla mukayeseler yapması da doğru olandır. Mahkeme kendi kararlarına atıf yapsa da (yapmadığı önemli kararları da mevcuttur), bu konuda değerlendirme içermeyen bir yol izlenebilmektedir. Bu hem kararlarıyla yol göstermesi hem o alana özgü yanlışlık yapmaması hem de yukarıda belirtilen doğru terminolojiyi kullanması bakımından çok önemlidir. Mahkeme bu kararında da örneğin icra hukukuyla ve bu konuyla ilgili çok temel kaynakları dahi görmeden inceleme gerçekleştirmiştir. Bu da hem içerik hem kavram yanlışlığına yol açmaktadır. Çok çarpıcı örnek olarak, icra hukukunda şikâyet hakkı için zarar görmek şart değildir; icra organının hukuka aykırı işlemi yeterlidir, zararın olup olmadığı ayrı bir sorundur. Oysa karşı oy yazısında şikâyet için “zarar gören ilgili (!)” ifadesi kullanılmıştır. Bunun gibi çok temel icra hukuku ve şikâyet bilgisinde yanlışlık yapılması, Anayasa Mahkemesi gibi bir mahkemenin yapmaması gereken bir şeydir.
3. Başvurucu adil yargılanma hakkı yönünden de başvuru yapmış olmasına rağmen bu konu üzerinde durulmamıştır. Bunun temel sebebi de başvurulan alanın, somut olayda icra hukukunun yukarıda açıklanan gereklerinin bilinmemesinden kaynaklanmaktadır. Oysa, borçlunun eşinin şikâyet hakkının bulunması sebebiyle, şayet bu yöndeki talepleri yerel mahkemelerce incelenip değerlendirilmezse, bu aynı zamanda hak sahibinin hakkını araması yolunun, adalete erişim ve adil yargılanma hakkının ihlâli sonucunu doğurmaktadır. Aslında bu da, icra hukukunda şikâyetin anlamı anlaşılmadığından ortaya çıkan bir durumdur.
4. Anayasa Mahkemesi bu kararında gösterdiği hassasiyeti her zaman göstermemektedir; özellikle icra hukukunda yıllardır süregelen (hatta AİHM kararlarına konu olan) çok önemli temel hak ihlâli içeren hükümler ve uygulamalar görmemezlikten gelinmektedir. Burada da temel sebep, bir yandan konuya ilişkin hassasiyetin oluşmaması, yanlışların kanıksanması; diğer yandan da yukarıda zikredilen ilgili alanların gereklerine önem verilmeden ve kaynaklarına müracaat edilmeden alışılmış kolaycılıkla karar verilmesi alışkanlığının sürdürülmesidir. Mevcut icra hukuku sistemimiz, hem düzenlemelerde hem de kararlar ve uygulamada Anayasa ve temel haklar yönünden hiç de içaçıcı durumda değildir. Buna birkaç örnek verilecek olursa[11]:
-
Bu konuda en temel sorun kamunun kendi alacaklarını tahsil için ayrı ve ayrıcalıklı bir yol öngörmesidir; sıradan bireylerin Devletten alacakları konusunda çaresiz bırakılmasıdır. 6183 sayılı Kanunla kamu otoritesi hem alacaklı hem de tahsil organı olarak[12] ve bazı doğrudan yetkiler kullanarak alacağını tahsil etmekte, ancak kendisi borcunu öderken, özellikle Devlet mallarının haczedilmezliği (İİK m. 82/1-1) karşısında (ki bu konuda Türkiye aleyhine AİHM tarafından kararlar da verilmiştir[13]) alacaklılar alacaklarını Devletten almakta zorlanmaktadırlar[14]. Bu her şeyden önce eşitlik, hak arama özgürlüğü ve hukuk devleti ilkelerine aykırıdır. Örneğin, bir alacaklı Devletten alacaklı olsa, ancak aynı miktarda da Devlete borcu bulunsa, kendisine karşı çok kolay takip yapılıp malvarlığına doğrudan (özellikle e-haciz uyguylaması gibi denetimi zor) haciz konulabilirken; Devlet gönüllü bir ödeme yapmazsa Devlet mallarının haczedilmezliği sebebiyle kendisi Devletten olan alacağını alamayacaktır. Nitekim bunun somut tezahürü Covid-19 salgını sırasında yapılan düzenlemelerde kendini göstermiştir. 7226 sayılı Kanunun geçici 1. maddesi ile İcra ve İflâs Kanunu’ndan kaynaklanan takipler durdurulurken, kamu alacakları için böyle bir durma olmamıştır; bu da kişilerin Devletten olan alacağı için onun elini kolunu bağlamakta, ancak Devletin, o kişinin kendisine karşı takip yapılmasını mümkün kılmaktadır[15].
-
Diğer bir eşitsiz uygulama kredi kurumlarına, yani bankalara özel ve ayrıcalıklı imkânlar sağlamasıdır. 2004 sayılı İcra ve İflâs Kanununun kaynağı olan ve bankalar cenneti olarak nitelendirilen İsviçre’de dahi bankalar için böyle ayrıcalıklı hükümler yokken, bizim kanunumuzda hem temel hakları hem de icra ilkelerini alt üst eden İİK m. 68b, 150ı gibi hükümlerle bankalar alacaklarını hukuku zorlayan yollarla ve kendi düzenledikleri belgelere dayanarak tahsil edebilmektedirler[16].
-
Haczedilmezlik kurallarının zamanın ihtiyaçlarına cevap vermemesi karşısında bazı çok zorunlu ihtiyaçlar için bulunan malvarlığı dahi (bu konuda bazı gelişmeler olmasına rağmen) haczedilebilmektedir. Bunun yaşam hakkı, sosyal devlet ilkeleriyle izahı zordur. Örneğin, Almanya ve İsviçre uygulamasında engeli sebebiyle sosyal hayata karışamayan bir kimsenin iletişim için kullandığı telefonu ve bilgisayarı gibi araçlar haczedilmez kabul edilirken, Ülkemizde bunlar kanunda belirtilen zarurî eşyadan addedilmediğinden haczi kabil görülmektedir.
Keza olayımızdaki durumda, aslında mesken haciz üzerinde de değerlendirme yapılması gerekmektedir. Örneğin, aynı durumda olan iki borçlu düşünelim. Bir borçlu çalışmış para biriktirmiş ve 400.000 Lira değerinde bir ev aldıktan sonra kendisine karşı haciz işlemi uygulanırsa bu evin haczi mümkün değildir; ancak başka bir borçlu sadece ev almak için bankada biriktirdiği 400.000 Lira parası haczedilebilecektir. Bu da eşitliğe aykırıdır. Bu sebeple önerimiz, bu eşitlik ilkesine aykırılığın giderilmesi, mesken haczine ilişkin hükmün değiştirilerek “borçlunun kendisi ve birlikte oturduğu kişilerin haline münasip olarak oturacağın bir evin bir yıllık kira parası veya o değerdeki evi haczedilemez” denilmesidir. Böylece, hem tüm borçlulara eşit davranılmış olacak hem de borçlunun (ister ev sahibi ister kiracı olsun eşit bir anlayışla) hayatını bir yıl süre ile düzene koyması sağlanacak, ancak diğer yandan da alacaklıların alacaklarını alabilme imkânı daha mümkün hale gelebilecektir. Bu da ancak Anayasa Mahkemesi’nin eşitlik ilkesi ve sosyal devlet ilkesini birlikte değerlendirebileceği kararlarıyla mümkündür. Fakat bunu, Mahkemenin kendisinin daha öce verdiği kararlar dışında, başka şeyleri ve kaynakları okumadan karar vermesi yöntemini devam ettirmesi halinde sağlamak kolay değildir.
- Çok çarpıcı bir örnek olarak, konut dokunulmazlığına ilişkin Anayasa’nın açık hükmüne rağmen, hacizde mahkeme kararı olmadan konuta girilebilmektedir. Anayasa’nın 21. maddesine göre, belirli hallerde usûlüne göre verilmiş hâkim kararı olmadıkça veya belirli sebeplere bağlı olarak gecikmesinde sakınca bulunan hallerde de kanunla yetkili kılınmış merciin yazılı emri bulunmadıkça, kimsenin konutuna girilemez, arama yapılamaz ve buradaki eşyaya el konulamaz. Bu durumlarda dahi karar hâkimin onayına sunulmalıdır. Ancak bugün icra takiplerinde, hatta ilâmsız icrada doğrudan takip kesinleştiğinde borçlunun evine hiçbir hâkim kararı olmadan serbestçe girilebilmektedir[17]. Oysa aynı yönde hem Anayasa hem de icra düzenlemelerinde hükümler bulunan Almanya’da, Alman Anayasa Mahkemesi bunun konut dokunulmazlığını ihlâl olduğuna 40 yıl önce karar vermiş ve kanun değişikliğine gidilmiştir[18]. Bizim ülkemizde ise bu mutad bir icra uygulaması olarak, adeta haczi taciz aracı olarak kullanmak amacıyla, ilk hacze gidilen yer borçlunun evidir.
Maalesef tüm bu açık örnekler ve daha birçok Anayasa ve temel haklara aykırı hüküm ve uygulamalara rağmen, düzenlemelerimiz ve özellikle de uygulamalarımız hak ihlâllerini kanıksamış olarak sürdürmekte, ne içtihat makamı olan Yargıtay ne de temel hak gözeticisi olan Anayasa Mahkemesi bu konuda tam bir hassasiyet göstermektedir. Bu durum, (başka ülke örnekleriyle de karşılaştırıldığında) hukuk devleti bakımından gerçekten üzüntü verici bir durumdur.
Burada üzerinde durduğumuz Anayasa Mahkemesi kararında gösterilen hassasiyetin (tüm eleştirilerimize rağmen), yukarıda zikrettiğimiz ve başka birçok örneği bulunan diğer icra kural ve uygulamalarına başlangıç ve umut olmasını diliyoruz.
Dipnotlar
AYM 2016/10454, 12.12.2019 (RG 08.04.2020, S. 31093). ↩︎
Özgürlük asıl, sınırlandırma istisna olduğundan özgürlükler geniş, sınırlandırmalar dar yorumlanır. Bu sebeple de temel haklar geniş, temel haklara getirilen istisnalar, yapılan müdahaleler dar yorumlanır. Bu konuda bkz. Gözler, Kemal: Yorum İlkeler, Kamu Hukukçuları Platformu Toplantısı, Ankara 29.09.2012, s. 81 vd. Bu kuralın özel hukuk alanında dahi geçerli olduğuna ilişkin bkz. Serozan, Rona: Medeni Hukuk, Genel Bölüm/Kişiler Hukuku, 7. Bası, Vedat Kitapçılık, İstanbul 2017, s. 140-142. ↩︎
Pekcanıtez, Hakan / Simil, Cemil: İcra-İflas Hukukunda Şikâyet, 2. Bası, Vedat Kitapçılık, İstanbul 2017, s. 247-248. Ayrıca bkz. Pekcanıtez, Hakan / Atalay, Oğuz / Sungurtekin Özkan, Meral / Özekes, Muhammet: İcra ve İflâs Hukuku Ders Kitabı, 6. Bası, Oniki Levha Yayınları, İstanbul 2019, s. 63; Arslan, Ramazan / Yılmaz, Ejder / Taşpınar Ayvaz, Sema / Hanağası, Emel: İcra ve İflâs Hukuku, Yetkin Yayınevi, 5. Bası, Ankara 2019, s. 78-79; Berkin, Necmettin: Tatbikatçılara İcra Hukuku Rehberi, Filiz Kitabevi, İstanbul 1980, s. 399-400; Kuru, Baki: İcra ve İflâs Hukuku El Kitabı, 2. Bası, Adalet Yayınevi, Ankara 2012, s. 106; Yılmaz, Ejder: İcra ve İflâs Kanunu Şerhi, Yetkin Yayınları, Ankara 2016, s. 99. ↩︎
Özekes, Muhammet: İcra Hukukunda Temel Haklar ve İlkeler, Adalet Yayınevi, Ankara 2009, s. 222-223. ↩︎
Bu konuda bkz. Özekes, Temel Haklar, s. 178-179. ↩︎
Menfaat dengesi için bkz. Çiftçi, Pınar: İcra Hukukunda Menfaat Dengesi, Adalet Yayınevi, Ankara 2010, s. 49 vd.; Özekes, Temel Haklar, s. 35 vd.; Pekcanıtez / Atalay / Sungurtekin Özkan / Özekes, s. 11-12. ↩︎
İcra hukukunda ailenin korunmasına yönelik menfaat dengesi, maddî hukukta ailenin korunmasına yönelik sağlanan menfaat dengesinden farklıdır. Maddî hukuk bakımından aile konutu şerhi (TMK m. 194), ailenin korunmasına yönelik menfaatleri temel alarak kabul edilmiştir ve eşin rızasını temel alan bir sistem üzerine menfaat dengesi oturtulmuştur. İcra hukukunda da, maddî hukukun sağladığı bu menfaat dengesi dikkate alınmalı ancak bu korumanın ötesinde icra hukuku bakımından da, takip prosedüründe gerekli şekilde menfaatler dengelenmelidir (bu konuda bkz. Budak, Ali Cem: İpoteğin Paraya Çevrilmesi Yoluyla Takip, Oniki Levha Yayınları, 3. Baskı, Ocak 2010, s. 113 vd.). Örneğin Anayasa Mahkemesi’nin 2016 yılında vermiş olduğu bir bireysel başvuru kararında, eşin rızası bulunmamasına ipoteğin paraya çevrilmesi yoluyla takibe konu olan aile konutunun satışının ortadan kaldırılmamasını temel hak ihlâli olarak değerlendirmemiştir. Ancak bu noktada başvurucunun, somut uyuşmazlıkta hangi temel hak ihlâli iddiası ile Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuş olduğunun önemi ortaya çıkmaktadır. Zira söz konusu bu kararda başvurucunun, hak arama özgürlüğünün (Ay m. 36) ihlâli iddiası ile Anayasa Mahkemesi’ne başvurması gerekirken aile hayatına saygı hakkının (Ay m. 41) ihlâli gerekçesi ile başvurmuş olması bireysel başvuru yolunda kanaatimizce lehe hüküm alamaması ile sonuçlanmıştır. Bu karar için bkz. AYM 13.10.2016, 2014/17751 (RG 30.11.2016, S. 29904). ↩︎
Özekes, Temel Haklar, s. 222-223. ↩︎
Bu konuda ayrıca bkz. Aşık, İbrahim: Borçlu ve Ailesinin Yaşamı İçin Gerekli Mal ve Alacakların Haczedilmezliği Bu Kurallarda Değişiklik İhtiyacı, Kazancı Hukuk Dergisi, 2001, Cilt: 7, Sayı: 87-88, s. 34 vd. ↩︎
Bu konuda bkz. Pekcanıtez, Hakan / Taş Korkmaz, Hülya: Pekcanıtez Usûl - Medenî Usûl Hukuku, Cilt 1, Oniki Levha Yayınları, 15. Bası, İstanbul 2017, s. 548 vd.; Arslan, Ramazan / Yılmaz, Ejder / Taşpınar Ayvaz, Sema: Medenî Usûl Hukuku, 3. Baskı, Yetkin Yayınları, Ankara 2017, s. 245 vd.; Atalı, Murat / Ermenek, İbrahim / Erdoğan, Ersin: Medenî Usûl Hukuku Ders Kitabı, Yetkin Yayınları, Ankara 2018, s. 234 vd. ↩︎
Bu konudaki örnekler ve açıklamalar için ayrıca bkz. Özekes, Temel Haklar, s. 190 vd.; Özekes, Muhammet: “Türk İcra Hukukunun Sorunları ve Temel Haklar Bakımından Genel Değerlendirme”, (VII. Medeni Usûl ve İcra İflâs Hukukçuları Toplantısı), İzmir-Çeşme/24-25 Ekim 2008, TBB Yayını, Ankara 2009, s. 265 vd. ↩︎
Bu konuda birtakım eleştiri ve değerlendirmelerimiz için bkz. Çiftçi, Pınar: Menfaat Dengesi Çerçevesinde Genel İcra Hukuku ile Kamu İcra Hukukunun Karşılaştırılması, Prof. Dr. Burhan Ceyhan Armağanı, Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Özel Sayı 2010, Cilt: 12, s. 313-379; Özekes, Temel Haklar, s. 196 vd. ↩︎
Bkz. Abidin Şahin / Türkiye Davası, 18.12.2007, 45559/04. Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin söz konusu kararından sonra Belediye Kanunu’nun 15. maddesinde değişiklik yapılmıştır. Bkz. 6552 sayılı ve 10.9.2014 tarihli İş Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması ile Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılmasına Daire Kanun m. 121 (RG 11.09.2014, 29116). ↩︎
Esasen konuya ilişkin önemli bir Anayasa Mahkemesi içtihadı da bulunur. Anayasa Mahkemesi 2015 yılında vermiş olduğu bir bireysel başvuru konusu olayda, belediyede işçi olarak çalışan işçinin iş sözleşmesinin haksız olduğu iddiasıyla açtığı tazminat davasını kazanmış olmasına rağmen, işçinin elindeki ilâma rağmen icra takibi başlatma zorunluluğu altında bırakılmasını ve buna ilaveten kamu mallarının haczedilmezliği sebebiyle başlatmış olduğu icra takibinin semeresiz kalmış olmasını, işçinin doğrudan doğruya adil yargılanma hakkının ihlâli olarak değerlendirmiştir (bu karar için bkz. AYM 25.02.2015, 2013/3457; RG 27.05.2015, S. 29368). Bu karar son derece yerinde, doğru bir karardır. Benzer içtihatların yerel mahkemelerce, bölge adliye mahkemelerince ve Yargıtay’ca da benimsenip bu yöndeki içtihatların sayısının artması gerekir. ↩︎
Bu konudaki açıklamalar için bkz. Atalay, Oğuz / Özekes, Muhammet: 7226 Sayılı Kanun ile İcra ve İflâs Kanunu m. 330 Hükmünü Uygulayan Cumhurbaşkanlığı Kararı (2279 Sayılı) Çerçevesinde Ortaya Çıkan Bazı Sorular ve Tartışmalara Cevaplar (https://blog.lexpera.com.tr/7226-sayili-kanun-ile-cumhurbaskanligi-karari-neticesinde-ortaya-cikan-sorunlar/, 27.03.2020). ↩︎
Bu konuda bkz. Özekes, Muhammet: İcra ve İflâs Kanunu’nda Yer Alan Kredi Kurumları İle İlgili İcra Hükümlerinin Eleştirisi, Banka Hukuku ve Yargıtay Kararları Sempozyumu (İstanbul-8 Haziran 2007), Ankara 2007, s. 97 vd. ↩︎
Bu konuda eleştirilerimiz için bkz. Çiftçi, Menfaat Dengesi, s. 103-105; Özekes, Temel Haklar, s. 167-172. ↩︎
Bu konuda özellikle bkz. Özekes, Temel Haklar, s. 167-168. ↩︎