Lexpera Blog

“İnançlı Mülkiyet” Üzerine Bir Değerlendirme

1. ‘İnançlı İşlem’

1.1. Kavram Olarak

‘İnançlı işlemler’ inananın inanılana güvenerek bir malını devrettiği ve ardından inançlı işlemin süresi sona erdiğinde veya amacın gerçekleşmesi ile malın ilk sahibine döndüğü işlemlerdir.

Türk hukukunda ‘inançlı işlemler’ doğrudan düzenlenmemiştir. İnançlı işlemler, öğreti ve yargı kararları ışığında Türk hukukunda yerini almıştır.

‘İnançlı işlem’ daha çok teminat amacıyla bir malın inanılan kişiye inançlı temlik yoluyla devrinin ardından malın tarafların anlaştığı şartlarda geri inanılana naklini ifade eden işlemdir. İnançlı işlemin var olabilmesi için iki temel unsurun bulunması gerekmektedir. Bu unsurlar; inanç anlaşması ve devir işlemidir[1].

Roma hukukunda ‘fiducia[2] olarak adlandırılan inançlı işlemler günümüze dek varlığını korumuştur[3]. Roma hukukunda inançlı işlem güvene dayalı olarak mülkiyetin sözleşmenin karşı tarafına geçmesini ifade eder. Roma hukukunda çoğunlukla rehin hakkı kurmak yerine taraflar inançlı temlik yapmayı tercih etmişlerdir. Böylelikle önce taşınmaz mal karşı tarafın mülkiyetine geçirilir, ardından aralarında anlaştıkları hukuki olay ortaya çıkınca, mülkiyet sahibi eski mülkiyet sahibine malları devrederdi.

Türk hukukunda ise inançlı işlemin temeli güven ilişkisine dayanmakla birlikte, inançlı işlem, teminatın devri ya da alacağının devri olarak ortaya çıkmaktadır. Türk hukukunda inançlı işlem müessesesi kanunda ayrıca düzenlenmemiştir. Uygulama ve öğretiye göre inançlı işlemler Borçlar Kanununda yer alan “sözleşme serbestisi ilkesinin” bir uzantısıdır.

Kutu 1: Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E. 2010/14-394 K. 2010/395 T. 14.7.2010 Kararı
(Taraflar Arasında Düzenlenmiş Belgenin İnanç Sözleşmesi Olduğu-Tarihinin Tapu Devrinden Sonraya İlişkin Bulunmasının Sonuca Etkili Olmadığı/İspat Vasıtası Olarak İleri Sürülebileceği)

(…) Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder. İnançlı işlemin taraflarını, inanan ve inanılan oluşturur. Bir hakkı ya da nesneyi, güvendiği bir kişiye inançlı olarak devreden kimseye ‘inanan’ adı verilir. Devredilen hak veya nesneyi, kendisine ait bir hak olarak kendi yararına, doğrudan doğruya ve dolaylı olarak kullanan kişiye de ‘inanılan’ denir. İnananın, inanılana inançlı olarak kazandırdığı hak ya da nesne ise ‘inanç konusu şey’ olarak nitelenir.

İnançlı bir işlemde, kazandırıcı işlemin tarafları ile borç doğuran anlaşmanın tarafları aynıdır. İnançlı işlemde inanılan, hakkını kullanırken kararlaştırılan koşullara uymayı, amaç gerçekleşince veya süre dolunca hak veya nesneyi tekrar inanana (veya onun gösterdiği üçüncü kişiye) devretmeyi yüklenmektedir. İnançlı işlem, kazandırmayı yapan kişiye yani inanana belirli şartlar gerçekleşince, kazandırmanın iadesini isteme hakkı sağlayan bir sözleşmedir. Bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi halinde bunun dava yoluyla hükmen yerine getirilmesi istenebilir. Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek veya idare olunmak üzere, mal varlığına dâhil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar. Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır. Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda bir borcu kalmıştır.

Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana (alacaklıya) geçmiştir. Taşınmazda inanarak satanın (borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez. Bilindiği gibi, ‘inanç sözleşmeleri’, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir (Borçlar Kanunu m.81). Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler. Buna dair akit hükümleri de Borçlar Kanununun 19 ve 20 maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır. İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında, onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu; taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nispi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır. Burada üzerinde durulması gereken husus, taşınmaz mallar ya da şekle bağlı akitlerde, inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla, sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.

Bilindiği üzere, İnanç Sözleşmeleri kaynağını Borçlar Kanunun 18. maddesi ile 05.02.1947 tarihli ve 20/6 sayılı Yargıtay İnançları Birleştirme Kararından almakta, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir. Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır. Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötü niyetli ve haksız gizlemeler” dışında, belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekâlet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira Borçlar Kanununun “müvekkil vekiline karşı muhtelif borçlarını ifa edince vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamayacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan Borçlar Yasasının 18. maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile ispatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur.

İnançları Birleştirme Kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere; inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan, mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir. Anılan İnançları Birleştirme kararının sonuç ölümünde ifade olunduğu üzere, inanç sözleşmesi olarak anılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi yeterli görülmüş olup, hiçbir yerinde inançlı işlemin dayandığı yazılı belgenin, en geç işlem tarihinde veya daha önceki bir tarihte düzenlenmiş olması gerektiği hususu tartışılmadığı gibi değinilen bu konuda en ufak bir açıklamada dahi bulunulmamıştır. Bunun dışındaki bir kabul, İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi anlamını taşıyacağından, bu durum hukuk düzeni tarafından kabul edilemez.

Öteki deyişle, İnanç Sözleşmesine dayalı iddiaların şekle bağlı olmayan, tarafların imzasını taşıyan yazılı belge ile kanıtlanabileceği, inançlı işleme konu belgenin, akit tarihinden önce ya da sonra düzenlenmesinin sonuca etkili olmadığı İnançları Birleştirme Kararının doğal bir sonucudur. Sözü edilen kararın gerekçesinde yazılı belgenin akitten önce veya sonra düzenlenmesi gerektiğine; diğer bir deyişle akitten sonraki tarihi taşıyan belgenin geçerli olamayacağına dair bir ifade ya da hüküm yer almadığı gibi sonuç bölümünde de yalnızca “nam-ı müstear[*] davalarının mesmu[**] ve yazılı delil ile ispatının caiz olduğuna” hükmedilmiştir. İnançları Birleştirme Kararının içeriğinde yer almayan belgenin akit tarihinden önce düzenlenmesi gerektiği yönündeki ek koşulun yorum yolu ile de olsa İnançları Birleştirme Kararı kapsamına alınması mümkün değildir. (Ergun ÖZSUNAY, s.121; Gülay ÖZTÜRK, s.56)

Kaldı ki, haricen düzenlenen ve herhangi bir resmi makamın onayını taşımasına gerek bulunmayan bir belgeye akit tarihinden sonra düzenlenmesine rağmen, akit tarihinden önceki tarih atılmak suretiyle geçerlik kazandırılması ve böylece aranan şekli niteliğin verildiğinin kabul edilmesine karşılık işlem tarihinden sonraki bir tarih atılması durumunda belgenin geçerli kabul edilmemesi hali çelişki doğurmaktadır. Diğer yandan olayın çözümünde esas olan yanların iradesidir. İnançlı İşlemlerde inanan belirli bir amaç için taşınmazı satış biçiminde temlik etmekte, fakat taraflar amaç gerçekleştiğinde, taşınmazın iade edilmesinde sözleşmektedirler. Yanlar satış (temlik) işleminin yapıldığı sırada koşulların oluşması durumunda taşınmazın, iade edildiğini kararlaştırmaktadırlar. Olaya bu açıdan bakıldığında, iradelerin yazılı biçime bağlanması zamanının diğer bir deyişle resmi sözleşmenin yapılmasından önce veya sonra olmasının sonuca bir etkisi olmamalıdır. Zira temliki işlemin yapıldığı tarihte var olan irade akitten önce; akit tarihinde ya da akit tarihinden sonra yazılı belge ile teyit edilmiş olmaktadır. İnanç sözleşmelerinin hukuki dayanağını anlattıktan sonra uyuşmazlığın çözümünde faydalı olacağı düşünüldüğünden ispat hukuku açısından da konuya bakılması gerekmektedir. İnançlı işlem nedeniyle iade, tazminat veya sözleşmenin feshini isteyen taraf 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu (TMK)’nun 6. maddesi uyarınca iddiasını ispat etmek zorundadır. Öncelikle belirtmek gerekir ki, inanç sözleşmesinin yazılı olması koşulu geçerlilik şartı olmayıp bir kanıtlama aracı olduğu, öğretide ve uygulamada oybirliğine yakın bir çoğunlukla kabul edilmektedir. (Eraslan ÖZKAYA, Açıklamalı-İçtihatlı İnançlı İşlem ve Muvazaa davaları, 2. Baskı, s.34; Gülay ÖZTÜRK, İnançlı İşlemler, Yetkin Yayınları 1998, s.58,89,160,167; Ergün ÖZSUNAY, Türk Hukukunda ve Mukayeseli Hukukta İnançlı Muameleler, Cezaevi Matbaası, 1968 basım, s.98-99) Kazandırıcı işlem resmi şekilde yapılsa dahi inanç sözleşmesinin resmi şekilde yapılması gerekli olmayıp sadece yazılı yapılması zorunlu ve yeterlidir.

Nitekim bu husus yukarıda etraflıca açıklandığı üzere 05.02.1947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme Kararında da açıkça belirtilmiştir. Öteki deyişle, tapulu taşınmazın inançlı işlemle temlikinde, inançlı işlemin yazılı biçimde yapılması gerekli ve yeterli olup, yazılı şeklin bir ispat koşulu olduğu 05.02.1947 tarih, 20/6 sayılı İnançları Birleştirme Kararının bir gereğidir. İnançlı işlemi doğrudan düzenleyen bir kanun hükmü bulunmadığından, ispatı hakkında da kanunlarımızda bir hüküm yer almış değildir. İnançlı işlemin ana unsurları, inanç sözleşmesi ve kazandırıcı işlem (hakkın devri işlemi) nasıl özel bir şekle bağlı değilse, inançlı işlemin ispatında da, kural olarak özel bir biçim koşulunun aranmaması, inançlı işlemin ispatında genel hükümlerin uygulanması gerekir. Konusu menkul ve tapusuz olan inançlı devirler, Medeni Kanunun 763/1 (687/1), 977/1 (890/1), 979/2 (892/2) maddelerine göre hiçbir şekle bağlı olmaksızın zilyetliğin devri suretiyle gerçekleştirildiğinden, dava değeri (inançlı işlemin konusu) Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 288. maddesinde öngörülen miktarı geçmediği sürece, inançlı işlem, tanık dâhil her türlü delil ile ispat edilebilir. Ne var ki, inanca dayanan temliki işlem, uygulamada en çok rastlanan şekliyle, resmi veya yazılı bir sözleşme ile gerçekleştirilmiş ve açılan davada da o sözleşmenin aksi iddia edilmekte veya açılan dava o yazılı veya resmi sözleşmenin niteliği, tarafları gibi bazı unsurlarını değiştirmekte ise, davanın Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 290. maddesine göre yazılı delil ile ispatı gerekmektedir. 05.02.1947 tarih 1945/20 Esas, 1947/6 Karar sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ile de anılan madde hükmüne uygun kural getirilmiş, ancak resmi sözleşmenin aksinin yazılı sözleşme ile ispatını yeterli görmüştür. (Eraslan ÖZKAYA, İnançlı İşlem ve Muvazaa Davaları, s.45-46).

Esasen, yazılı şeklin, kanıtlama aracı olduğu ilkesinden hareketle uygulamada, yine ispat vasıtası olarak yemin (HUMK. m.337), ikrar ve kabul, tarafı bağlayıcı kabul edilmiş davanın (iddianın) kanıtlanabileceği sonucuna varılmıştır. Uygulama bununla da yetinmemiş, yazılı delil başlangıcı sayılabilecek belge ve vakıaların tamamlayıcı kanıtlarla (HUMK. m.292), inanç sözleşmesinin varlığını kanıtlayabileceğini kabul etmiştir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun, 23.05.1990 gün ve 1990/1-2002-315; 17.10.1990 gün ve 1990/14-325-492; 29.06.2005 gün ve 2005/14-395-421; 1.7.2009 gün ve 2009/13-222 E., 2009/299 K.; 28.12.2005 gün ve 2005/ 14-677-774; 13.5.1992 gün ve 1992/14-249 E., 1992/323 K. sayılı kararlarında da bu ilkeler benimsenmiştir. Tüm bu ve benzeri kararlar, iyi niyetin hukukumuzun çatısı olduğu kadar, hakkaniyete ilişkin kuralların da hukukun temeli olmasının bir sonucudur. Meri hukuk sistemimizde her hangi bir düzenleme olmamasına karşın; inanç sözleşmelerinin, yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edilegelen bir olgudur. (…)”

1.2. İnançlı İşlemin Unsurları ve Konusu

İnanç işlemlerin unsurları; inanç sözleşmesi/anlaşması (borçlandırıcı işlem) ve devir yani tasarruf işlemidir.

İnanan ve inanılan arasında güvene dayalı olarak inanç konusu malı konu edinen sözleşmeye ‘inanç sözleşmesi’ denir. Yargıtay’a göre ise inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana iade şartlarını içeren borçlandırıcı bir işlemdir.

İnananın, inanç anlaşması ile aynı zamanda veya daha sonra bu anlaşmanın ifası amacıyla anlaşmaya konu olan şeyi veya hakkı tümüyle inanılana devretmesi devir işlemini oluşturur. İnançlı işlemin konusunun taşınır, taşınmaz veya bir alacak devri ya da şirket hissesi olmasına göre taraflar arasında yapılacak tasarruf işleminin yapılışı da değişecektir. İnanç sözleşmesinde inanan inanılana bir taşınırın mülkiyetini devretmeyi taahhüt etmişse, mülkiyetin nakli işlemi (tasarruf işlemi) taşınırın zilyetliğinin inanılana, teslimli veya teslimsiz nakledilmesi suretiyle gerçekleşecektir[4].

İnananın, inanılana inançlı olarak kazandırdığı hak ya da nesne ‘inanç konusu şey’ olarak nitelenir. İnançlı işlemin konusunu devredilebilir nitelikteki bütün haklar oluşturur. Buradan şahsa sıkı sıkıya bağlı olan hakların inanç anlaşmasına konu edilemeyeceği anlaşılır. Bu kapsamda intifa hakkı ile oturma hakkının ve aile ve miras hukukundan doğan bazı haklar inançlı işleme konu yapılamaz. Uygulamada inançlı işlemlerin konusunu daha çok devredilebilir nitelikte olan taşınır ve taşınmaz malların oluşturduğu görülmekte olup, taşınmazların inançlı işlemin konusunu oluşturmasında herhangi bir engel yoktur.

2. ‘İnançlı Mülkiyet’

2.1. Kavram Olarak

6362 sayılı Sermaye Piyasası Kanunu’nun (SPKn) 7222 sayılı Kanun’un 32’nci maddesi ile değişik Yatırım fonları başlıklı 52’nci maddesine göre;

“(1) Bu Kanun hükümleri uyarınca tasarruf sahiplerinden fon katılma payı karşılığında toplanan para ya da diğer varlıklarla, tasarruf sahipleri hesabına, inançlı mülkiyet esaslarına göre Kurulca belirlenen varlık ve haklardan oluşan portföy veya portföyleri işletmek amacıyla portföy yönetim şirketleri tarafından fon iç tüzüğü ile kurulan ve tüzel kişiliği bulunmayan mal varlığına yatırım fonu adı verilir.
(2) Yatırım fonlarının kuruluş izni alabilmesi için, kurucunun portföy saklama hizmetini yürütmek üzere Kurulca yetkilendirilmiş bir kuruluş ile anlaşmış olması ve fon iç tüzüğünün Kurulca onaylanması gereklidir. Yatırım fonu kuruluş başvuruları, gerekli belgelerin Kurula eksiksiz olarak sunulmasından itibaren iki ay içinde Kurul tarafından karara bağlanır ve keyfiyet ilgililere bildirilir.
(3) Portföy yönetim şirketi, fonu, yatırım fonu katılma payı sahiplerinin haklarını koruyacak şekilde temsil eder, yönetir veya yönetimini denetler. Portföy yönetim şirketi yatırım fonuna ait varlıklar üzerinde kendi adına ve fon hesabına mevzuat ve fon iç tüzüğüne uygun olarak tasarrufta bulunmaya ve bundan doğan hakları kullanmaya yetkilidir.
(4) Portföy yönetim şirketi ile katılma payı sahipleri arasındaki ilişkilere bu Kanunda, ilgili mevzuatta ve fon iç tüzüğünde hüküm bulunmayan hâllerde 11/1/2011 tarihli ve 6098 sayılı Türk Borçlar Kanununun 502 ila 514 üncü maddeleri hükümleri kıyasen uygulanır.
(5) (Değişik fıkra: 20/2/2020 tarihli ve 7222 sayılı Kanunun 32 nci maddesi ile) Fon; tapu ve diğer resmî sicillere tescil, değişiklik, terkin ve düzeltme talepleri dâhil olmak üzere her türlü sicil işlemleri ile ortağı olacağı limited ve anonim şirketlerin kuruluş, sermaye artırımı veya pay devri işlemleri dâhil her tür ticaret sicili işlemleriyle sınırlı olarak tüzel kişiliği haiz addolunur. Yatırım fonu portföyünde bulunan taşınmazlar, taşınmaza dayalı haklar ve taşınmaza dayalı senetler tapu kütüğüne fon adına tescil edilir. Tapuda, ticaret sicilinde ve diğer resmî sicillerde fon adına yapılacak işlemler, portföy yönetim şirketi ile portföy saklama hizmetini yürüten kuruluşu temsil eden birer yetkilinin müşterek imzalarıyla gerçekleştirilir. (6) Kurul, TCMB ve Hazine Müsteşarlığının görüşünü alarak fon katılma paylarının alım satımının TCMB tarafından günlük alım satım kurları ilan edilen yabancı para birimleri üzerinden yapılmasına izin verebilir.”

Yukarıdaki hükümden de anlaşıldığı üzere, yatırım fonları inançlı mülkiyet esaslarına göre yönetilen malvarlıklarıdır. Ülkemiz hukukunda inançlı işlemlere ilişkin bir düzenleme mevcut değilken, inançlı mülkiyet kavramı aşağıdaki Kutu 2’de yer verildiği üzere ilk kez mülga 2499 sayılı SPKn’ndan düzenlenmiş ve halen SPKn’nda ve ilgili mevzuatta yer alan bir kurumdur[5].

İnançlı mülkiyet’, tasarruf sahiplerinin yatırım fonu ile ilgili muameleleri yapma yetkisini fon kurucusuna fon içtüzüğü vasıtasıyla devretmesi ve kurucunun[6] da, fonu bu sözleşme (yani içtüzük) çerçevesinde ve tasarruf sahiplerinin haklarını koruyarak yönetmek ya da yönettirmek zorunda olmasıdır.

2.2. İnançlı Mülkiyetin Unsurları

Yukarıda verilen tanımdan hareketle, inançlı mülkiyetin unsurlarını;

i. Tasarruf edilen şey, yani belirli miktarda paranın varlığı[7],

ii. Tasarruf sahiplerinin tasarruf ettikleri şey (eşya yani paraları) üzerinde muamele/işlem yapma yetkilerinin bir başkasına, yani yatırım fonu kurucusuna devri,

iii. Fon içtüzüğü ya da fon sözleşmesinin varlığı

şeklinde sıralamak mümkündür[8].

Sermaye Piyasası Kurulu’nun (SPK) Yatırım Fonlarına İlişkin Esaslar Tebliğine göre, yatırım fonlarının şemsiye fon şeklinde kurulması zorunludur (Tebliğ m.10/1). Şemsiye fon, katılma payları tek bir içtüzük kapsamında ihraç edilen tüm fonları kapsayan yatırım fonudur. Şemsiye fon;

a) Özelleştirme kapsamına alınanlar dâhil Türkiye'de kurulan ihraççılara ait paylar, özel sektör ve kamu borçlanma araçları,
b) Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkında 32 sayılı Karar hükümleri çerçevesinde alım satımı yapılabilen yabancı özel sektör ve kamu borçlanma araçları ile ihraççı payları,
c) 12 aydan uzun vadeli olmamak üzere vadeli mevduat, katılma hesabı ve mevduat sertifikaları,
ç) Borsada işlem görmeleri kaydıyla; altın ve diğer kıymetli madenler ile bu madenlere dayalı olarak ihraç edilen sermaye piyasası araçları,
d) Fon katılma payları,
e) Repo ve ters repo işlemleri,
f) Kira sertifikaları,
g) Gayrimenkul sertifikaları,
ğ) Varantlar ve sertifikalar,
h) Takasbank para piyasası ve yurtiçi organize para piyasası işlemleri,
ı) Türev araç işlemlerinin nakit teminatları ve primleri,
i) SPK tarafından uygun görülen özel tasarlanmış yabancı yatırım araçları ve ikraz iştirak senetleri,
j) SPK tarafından uygun görülen diğer yatırım araçları
ve işlemlerinden oluşan portföy veya portföyleri işletmek amacıyla kurulur ve bunun dışında herhangi bir işle uğraşamaz (Tebliğ m.4/1-2).

Şemsiye fon içtüzüğü, katılma payı sahipleri ile kurucu, portföy saklayıcısı ve varsa yönetici arasında fon portföyünün inançlı mülkiyet esaslarına göre işletilmesini, SPKn’nun 56’ncı maddesi kapsamında saklanmasını, vekâlet akdi hükümlerine göre yönetimini ve garantili fonlarda garantiye ilişkin esasları konu alan genel işlem şartlarını içeren iltihaki (katılım) bir sözleşmedir[9]. Şemsiye fona bağlı her bir fonun katılma payları, şemsiye fon içtüzüğüne dayalı olarak ihraç edilir (Tebliğ m.8/1,3).


Kutu 2: Mülga 2499 sayılı Sermaye Piyasası Kanunu’nda ‘Yatırım Fonları’nın Düzenlenme Gerekçesi

İngiliz hukukunda Unit Trust, Amerikan hukukunda Mutual Fund, Fransız hukukunda Fond de Plocement, Alman hukukunda Anlagefonds terimleri altında düzenlenmiş bulunan yatırım fonları sözleşmeye dayanan kollektif fonlardır. Yatırım fonları genel olarak üçlü bir ilişki içinde vücut bulur. Bu ilişkinin tarafları tasarruf sahipleri (Fona iştirak eden katılma belgesi sahipleri), fonu yönetecek menkul kıymet portföyü işletmekte uzman bir kuruluş ve fon varlığını saklayacak bankadır. Bu üçlü ilişkide önemli olan fon mal varlığının kime ait olacağının tespitidir. Bu konuda biri müşterek mülkiyet diğeri inançlı mülkiyet olmak üzere iki alternatif mevcuttur.

Müşterek mülkiyet esasına göre fon teşkil edildiği hallerde, fon malvarlığı katılma belgesi sahiplerinin müşterek mülkiyetindendir. Ancak, müşterek maliklerin her zaman taksim isteyebilecekleri prensibi (MK. m.627) dolayısıyla bazı istisnalara rağmen müşterek mülkiyet geçici işlemler için kabul edilmiş bir kurum olduğundan yatırım fonunun sürekliliği prensibi ile bağdaşmamaktadır. Diğer yandan müşterek mülkiyete dayalı yatırım fonlarında katılma belgesi sahipleri ile fon yöneticisi arasındaki ilişkiler vekâlet akdi hükümlerine tabidir. Vekâlet akdinde vekâlet veren vekile talimat verebileceği gibi (BK. m.389) onu her zaman azledebilir. Oysa yatırım fonlarında katılma belgesi sahipleri hiç bir şekilde yönetime katılmazlar ve fon yöneticisine talimat veremezler. Ayrıca, Borçlar Kanununun 396 ncı maddesindeki vekilin her zaman azledilebileceği hükmü emredici bir hükümdür. Bu sebeple sözleşmeye aksine hüküm konulması mümkün değildir. Oysa yatırım fonu uygulaması mahiyeti itibariyle katılma belgesi sahiplerinin yöneticiyi azledememesini gerektirir.

Bu sebeplerle uygulamada yatırım fonları inançlı mülkiyet esasına dayandırılmaktadır. İnançlı mülkiyet esasında fona inançlı olarak fon yöneticisi maliktir. Tasarruf sahipleri muamelelerinin bir kısmını katılma belgesi olarak inançlı yöneticinin mülkiyetine verirler. Bu intikal bir inanç sözleşmesi (yatırım fonlarında fon sözleşmesi, fon iç tüzüğü) ile sağlanır. Yönetici sözleşme çerçevesinde katılma belgeleri karşılığında aldığı paraların maliki olur, ancak, bu paraları sözleşme çerçevesinde kullanmak zorundadır. Türk/İsviçre hukukunda inançlı mülkiyet özel olarak düzenlenmemiş olmakla beraber doktrin ve içtihatlar tarafından geçerli bir hukuki müessese olarak kabul edilmektedir.[***] Bu sebeple tasarıda yatırım fonlarının inançlı mülkiyet esasına göre kurulması öngörülmüştür. Fakat uygulamada inançlı mülkiyet esasına dayalı yatırım fonlarında inançlı malik (fon yöneticisi) ile inananlar (katılma belgesi sahipleri) arasındaki hukuki ilişkilerde kıyasen vekâlet akdi hükümleri uygulanmaktadır. Bu açıdan tasarıda açıklık bulunmayan hallerde vekâlet akdi hükümlerinin uygulanacağı belirtilmiştir.

Tasarıda yukarıda belirtilen üçlü ilişki yöneticilik ve saklayıcılık fonksiyonunu bankalarda toplamak suretiyle ikiye indirmektedir. Bunun amacı, bankaların küçük tasarruflar nezdinde alışılmış ve güven kazanmış kurumlar olmalarıdır. (…)

Kaynak: Mülga 2499 sayılı Sermaye Piyasası Kanunu, Gerekçesi http://mevzuat.spk.gov.tr/Onceki/ erişim tarihi 27 Eylül 2020

3. Sonuç Yerine

‘İnançlı işlemler’ inananın inanılana güvenerek bir malını devrettiği ve ardından inançlı işlemin süresi sona erdiğinde veya amacın gerçekleşmesi ile malın ilk sahibine döndüğü işlemlerdir. Türk hukukunda ‘inançlı işlemler’ doğrudan düzenlenmemiştir. İnançlı işlemler, öğreti ve yargı kararları ışığında pozitif Türk hukukunda yerini almıştır. İnanç işlemlerin unsurları; inanç sözleşmesi/anlaşması (borçlandırıcı işlem) ve devir yani tasarruf işlemidir. İnananın, inanılana inançlı olarak kazandırdığı hak ya da nesne ‘inanç konusu şey’ olarak nitelenir. İnançlı işlemin konusunu devredilebilir nitelikteki bütün haklar oluşturur. Buradan şahsa sıkı sıkıya bağlı olan hakların inanç anlaşmasına konu edilemeyeceği anlaşılır. Bu kapsamda intifa hakkı ile oturma hakkının ve aile ve miras hukukundan doğan bazı haklar inançlı işleme konu yapılamaz.

Ülkemiz hukukunda, yatırım fonları ‘inançlı mülkiyet’ esaslarına göre yönetilen malvarlıklarıdır. İnançlı işlemlere ilişkin bir düzenleme mevcut değilken, inançlı mülkiyet kavramı ilk kez mülga 2499 sayılı SPKn’ndan düzenlenmiş ve halen SPKn’nda ve ilgili mevzuatta yer alan bir kurumdur.

‘İnançlı mülkiyet’, tasarruf sahiplerinin yatırım fonu ile ilgili muameleleri yapma yetkisini fon kurucusuna fon içtüzüğü vasıtasıyla devretmesi ve kurucunun da, fonu bu sözleşme (yani içtüzük) çerçevesinde ve tasarruf sahiplerinin haklarını koruyarak yönetmek ya da yönettirmek zorunda olmasıdır.

Esasen, yatırım fonlarında kurucu ile yatırımcı arasındaki ilişki kolektif yatırım sözleşmesi adı verilen bir sözleşmeye dayanır. Kolektif yatırım sözleşmesi ise, içeriğini genel işlem şartları niteliğindeki fon içtüzüğünden alır. Yatırımcı ile yönetici ve saklayıcı arasında doğrudan sözleşmesel bir ilişki bulunmamakta; bunlar ile yatırımcı arasındaki hukuki bağ, SPKn’nun yollaması dolayısıyla vekâlet akdindeki alt vekâlet kurumu ile kurulabilir. Yatırımcıların kurucuya karşı sahip oldukları yegâne hak esas itibariyle fon paylarını geri satma hakkıdır.

Tapu ve diğer resmî sicillere tescil, değişiklik, terkin ve düzeltme talepleri dâhil olmak üzere her türlü sicil işlemleri ile ortağı olacağı limited ve anonim şirketlerin kuruluş, sermaye artırımı veya pay devri işlemleri dâhil her tür ticaret sicili işlemleriyle sınırlı olarak tüzel kişiliği haiz addolunan (SPKn m.52/5) yatırım fonlarının tüzel kişiliği bulunmamakla birlikte, kurucununkinden ayrı bir malvarlığıdır. Kurucunun inançlı mülkiyet ilkesi doğrultusunda fon malvarlığı üzerinde mülkiyet hakkı vardır. Söz konusu mülkiyet, inanç sözleşmesi ve buna dayanan devir işleminden kaynaklanır. Yukarıda anılan devir işlemi ile mülkiyet kurucuya geçmekte, inanç sözleşmesi yani içtüzük ise bu devrin hukuki sebebini oluşturmaktadır.

Yatırım fonlarındaki inançlı işlem saf inançlı işlemlerdendir. Buna göre, inanılan, şeyi yalnızca inananın veya inanan tarafından belirlenen bir yararlananın talimatı doğrultusunda kullanır. Buna göre kurucu, fonu, sözleşme koşullarına uygun olarak, yatırımcılar yararına saklar, kullanır, yönetir, başkasına satar. Kısacası, fona kurucu malik olup, yatırımcının sözleşme dolayısıyla ancak şahsi hakkı bulunmaktadır. İçtüzük esas itibariyle kurucu ile yatırımcı arasındaki kolektif yatırım sözleşmesinin kurallarını içeren genel işlem şartları niteliğindedir. Genel işlem şartları, sözleşmenin bir tarafının ileride yapacağı sözleşmelerin karşı taraflarına sunmak için, önceden, tek yanlı olarak belirlemiş olduğu sözleşme şartlarıdır.

Yatırımcın parasını kurucuya tesliminin ardından yatırımcının fon katılma belgesi iktisabı ile kurucu ile yatırımcı arasında yukarıdaki hükümlerde belirtilen içtüzükten ayrı ama içeriğini ondan alan ve kolektif yatırım sözleşmesi olarak isimlendirilebilecek bir sözleşme yapılmış olmaktadır. Yatırım fonu içtüzüğü, Kolektif Yatırım Sözleşmesi yanında, yatırım fonu portföy yönetim sözleşmesine ve de yatırım fonu portföy saklama sözleşmesine ve dolayısıyla yönetici ve saklayıcıya ilişkin hükümler de taşımakta ve onlar açısından da genel işlem şartları niteliği taşımaktadır. Kurucunun izahname yayınlaması icaba davet, kurucunun izahnameye istinaden fon payı alım talimatı vermesi icap, bunun gerçekleştirilmesi ise kabul anlamı taşımakta ve bunların gerçekleşmesi ile sözleşme kurulmaktadır. Sözleşmenin (içtüzüğün), dolayısıyla inançlı mülkiyetin tarafları kurucu ile yatırımcılardır.


Bu yazıda yer alan görüşler yazarına ait olup çalıştığı kurumu bağlamaz, yazarın çalıştığı kurum veya göreviyle ilişki kurulmak suretiyle kullanılamaz. Yazıdaki tüm hatalar, kusurlar, noksanlıklar ve eksiklikler yazarına aittir.


[*] ‘Müstear ad’, kişinin belli bir çevrede veya faaliyette gerçek kimliğini gizlemek amacıyla seçip kullandığı addır. Buna, ‘nam-ı müstear’, ‘mahlâs’ veya ‘takma ad’ da denilmektedir. Nam-ı müstear edebiyatçılar tarafından sıkça kullanılmıştır. Toplumsal ve ekonomik yaşamda bazen sözleşme yapmak isteyen bir kimse de, çeşitli düşünce ve hesaplarla o sözleşmenin tarafı olarak gözükmeyi istememekte ve sözleşmede kendisi yerine bir başkasının yer almasını sağlamaktadır. Bu gibi durumlarda, sözleşmede yer almak istemeyen şahıs hesabına ve kendi adına işlem yapan kişi nam-ı müsteardır. Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Güray ERDÖNMEZ, ‘Nam-ı Müstear ve Tasarrufun İptali Davaları’, Bankacılar Dergisi, 59(2006) 84, https://www.tbb.org.tr/Dosyalar/Arastirma_ve_Raporlar/nam_i_mustear_ve_tasarrufun_iptali_davalari.pdf erişim tarihi 27 Eylül 2020

[**] Arapça bir sözcük olup; ‘işitilmiş, duyulmuş olan’ anlamındadır. https://sozluk.gov.tr/?q=mesmu&aranan= erişim tarihi 27 Eylül 2020

[***] Benzer gerekçe için, lütfen yazının “Kutu 1” bölümünde yer alan Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kararına bakınız.


Dipnotlar


  1. YILMAZ-PINAR, ‘İnançlı İşlemlerin Muvazaalı İşlemlerle Karşılaştırılması Üzerine Bir Değerlendirme’ Ankara Üniversitesi Hukuk Fak. Dergisi, 68 (4) 2019 961 vd. ↩︎

  2. Latince/İtalyanca dillerinde “güven” demektir. ↩︎

  3. Arzu OĞUZ, ‘Roma ve Türk Hukuku’nda İnançlı İşlem ve Vekâlet Sözleşmelerinin Karşılaştırılması’, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 41(1-4) 1991, 233 ↩︎

  4. ALTAŞ-KURT, ‘İnançlı İşlemler’ İnHFD 2011 2(2) 4-5; YILMAZ-PINAR, ‘İnançlı İşlemlerin Muvazaalı İşlemlerle Karşılaştırılması Üzerine Bir Değerlendirme’ Ankara Üniversitesi Hukuk Fak. Dergisi, 68 (4) 2019 964-967; Şafak PARLAK BÖRÜ, ‘Mülkiyetin Teminat Amacıyla İnançlı İşlemle Devri’, TBB Dergisi 2017 (128) 232-233 ↩︎

  5. Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Serdar ÇITAK ve Yavuz AKBULAK, ‘İnançlı Mülkiyet İlkesi ve Menkul Kıymet Yatırım Fonları Açısından İncelenmesi’ (1990), Yayınlanmamış SPK Araştırma Raporu ↩︎

  6. SPKn’nun 55’inci maddesi kapsamında ana faaliyet konusu yatırım fonlarının kurulması ve yönetimi olan anonim ortaklık şeklinde kurulan portföy yönetim şirketini ifade eder. Fon yöneticisi de kurucu kavramında mündemiçtir. ↩︎

  7. Tasarruf edilen şey, yani belirli miktarda para, aynı zamanda inançlı mülkiyetin konusunu oluşturmaktadır. Yeri gelmişken burada bir hususun da vurgulanması gerekir: Fonun mal varlığı, portföy yönetim şirketi ve portföy saklama hizmetini yürütecek kuruluşun mal varlığından ayrıdır. Fon mal varlığı, fon hesabına olması ve fon iç tüzüğünde hüküm bulunması şartıyla kredi almak, türev araç işlemleri, açığa satış işlemleri veya fon adına taraf olunan benzer nitelikteki işlemlerde bulunmak haricinde teminat gösterilemez ve rehnedilemez. Fon mal varlığı portföy yönetim şirketinin ve portföy saklama hizmetini yürüten kuruluşun yönetiminin veya denetiminin kamu kurumlarına devredilmesi hâlinde dahi başka bir amaçla tasarruf edilemez, kamu alacaklarının tahsili amacı da dâhil olmak üzere haczedilemez, üzerine ihtiyati tedbir konulamaz ve iflas masasına dâhil edilemez. Fon mal varlığının tasfiyesi durumunda yalnızca katılma payı sahiplerine ödeme yapılabilir. Portföy yönetim şirketlerinin üçüncü kişilere olan borçları ve yükümlülükleri ile yatırım fonlarının aynı üçüncü kişilerden olan alacakları birbirlerine karşı mahsup edilemez (SPKn m.53). ↩︎

  8. Portföyü oluşturan parayı veren hissedarlar “fon katılma payı” sahibi olmakta, ancak bu “fon katılma payı”nın hisse senedi (anonim ortaklık payı) niteliği bulunmamaktadır. “Fon katılma payı” doğrudan yatırım fonu olarak adlandırılan malvarlığına katılımı temsil etmekte ve fon katılma payı sahibi ile fon kurucusu portföy yönetim şirketi arasında ise sözleşmeye dayalı sui generis nitelikte hukuki bir ilişki kurulmaktadır. Mevzuatta ve fon içtüzüğünde hüküm bulunmayan hallerde ise Türk Borçlar Kanununun vekâlete ilişkin hükümleri uygulanmaktadır.” Füsun NOMER ERTAN, ‘6362 Sayılı Sermaye Piyasası Kanunu’nda Kolektif Yatırım Kuruluşları ve Özellikle Değişken Sermayeli Yatırım Ortaklığı’, 134 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/97830 erişim tarihi 27 Eylül 2020 ↩︎

  9. İltihaki’ ya da katılım/katılmalı sözleşmeler/mukaveleler, sözleşmenin bir tarafının önceden şartları belirlemesi, sonradan katılanların da bu şartları kabul etmesi esasına dayalı olan sözleşmelerdir. Bu sözleşmeler standardize edilmiş sözleşmeler de denilmekte olup, tipik örnekleri tüketici sözleşmelerinde yer almaktadır: belediye abonman biletleri, tren, uçak ve otobüs (uzun yol) yolculuk biletmeler, su, doğalgaz ve elektrik abonman sözleşmeleri, kredi kartı sözleşmeleri gibi. ↩︎

Kaynakça

Makaleler, Etütler ve Raporlar

Arzu OĞUZ, ‘Roma ve Türk Hukuku’nda İnançlı İşlem ve Vekâlet Sözleşmelerinin Karşılaştırılması’, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 41(1-4) 1991, 225-284

Bekir Emre HAYKIR, ‘Yatırım Fonlarında Çıkar Çatışmaları, Kurucunun Hukuki Sorumluluğu, Düzenleme Önerileri’ (2005), SPK Yeterlik Etüdü

Güray ERDÖNMEZ, ‘Nam-ı Müstear ve Tasarrufun İptali Davaları’, Bankacılar Dergisi, 2006(59), https://www.tbb.org.tr/Dosyalar/Arastirma_ve_Raporlar/nam_i_mustear_ve_tasarrufun_iptali_davalari.pdf erişim tarihi 27 Eylül 2020

Hüseyin ALTAŞ, Leyla Müjde KURT, ‘İnançlı İşlemler’ İnHFD 2011 2(2) 2011 1-29

Serdar ÇITAK ve Yavuz AKBULAK, ‘İnançlı Mülkiyet İlkesi ve Menkul Kıymet Yatırım Fonları Açısından İncelenmesi’ (1990), Yayınlanmamış SPK Araştırma Raporu

Süleyman YILMAZ ve Hamdi PINAR, ‘İnançlı İşlemlerin Muvazaalı İşlemlerle Karşılaştırılması Üzerine Bir Değerlendirme’ Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 68 (4) 2019 959-998

Şafak PARLAK BÖRÜ, ‘Mülkiyetin Teminat Amacıyla İnançlı İşlemle Devri’, TBB Dergisi 2017 (128) 231-272

Mevzuat ve Yargı Kararları

Sermaye Piyasası Kanunu, Kanun Sayısı: 6362, Kabul Tarihi: 06.12.2012, RG 30.12.2012/28513

Türk Borçlar Kanunu, Kanun Sayısı: 6098, Kabul Tarihi:11.01.2011, RG 04.02.2011/27836

Yatırım Fonlarına İlişkin Esaslar Tebliği (III-52.1 sayılı), RG 09.07.2013/28702

Yargıtay HGK E. 2010/14-394 K. 2010/395 T. 14.7.2010

İnternet Siteleri

https://sozluk.gov.tr/ erişim tarihi 27 Eylül 2020

Lexpera Blog’da yayımlanan yazılar, yazarlarının görüşlerini ifade eder. Lexpera Blog’da bir yazıya yer verilmesi, o yazıda savunulan görüşlerin On İki Levha Yayıncılık tarafından benimsendiği anlamına gelmez. Yazılar, bilgi amaçlı olup, hukuki mütalaa ya da tavsiye niteliği taşımamaktadır.
5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu ve diğer mevzuat hükümlerine aykırı ve bilimsel yazma etik kurallarını aşan iktibaslar konusunda yazarların ve On İki Levha Yayıncılık’ın rızası bulunmamaktadır.
Author image
Hakkında Yavuz Akbulak
SPK Başuzmanı