Lexpera Blog

Depremle İlgili Hukuk Davalarında Temel Usûl Sorunlarına İlişkin Tespit ve Öneriler

Giriş

Kahramanmaraş merkezli 6 Şubat 2023 tarihinde gerçekleşen deprem, maalesef büyük bir yıkım ve can kaybına yol açmıştır. Bu felâket karşısında tüm Ülke ve hatta Dünya teyakkuza geçerek bu felâketin etkilerini mümkün olduğunca ortadan kaldırma çabasına girmiştir. Bu tür felâketlerin insanî, sosyal ve diğer yönleri yanında önemli ölçüde hukukî yönü de bulunmaktadır. Birçok konuda olduğu gibi maalesef bu konuda da ciddî bir hazırlık ve önceden tedbir mevcut değildir. Örneğin, birçok kez gündeme getirmemize ve bunu bir kanun önerisi halinde paylaşmamıza rağmen, fevkalâde hallerde, felâket durumlarında adlî işlemlerin nasıl yürütüleceği, yargı mekanizmasının nasıl çalışacağı, sürelerin akıbetinin ne olacağı gibi konularda çerçeve bir düzenlememiz bulunmaktadır.

Konunun ceza hukuku, idare hukuku ve özel hukuk olmak üzere farklı hukukî boyutları mevcuttur. Keza bu süreçte en önemli sorunlardan biri, hangi konuda nereye ve nasıl başvurulacağı, özellik bu acil durum karşısında deliller ve ispatla ilgili ne tür tedbirlerin alınabileceği, ayrıca ilerde ortaya çıkacak ispat sorunlarının nasıl aşılacağı konusudur.

Deprem ve diğer felâket hallerinde bazı temel yargılama hukuku sorunlarına dikkat edilmelidir. Bu sorunlar içinde ispat, deliller, bunların tespiti ağırlıklı mesele teşkil etmektedir. Çünkü, böyle bir felâket durumunda yargı organları da hukuken ve fiilen birçok engelle karşılaşmakta, hatta görev yapamaz hale gelebilmektedirler.

Konuyla ilgili olarak hem bu konuda avukatlarca oluşturulan çalışma gruplarında bizden yardım talep edilmesi sebebiyle hem de bu konularda aydınlatmak amacıyla temel bazı bilgileri sosyal medya üzerinden paylaşmış bulunuyoruz. Bu çalışmada, o bilgileri de dahil ederek daha geniş kapsamda, sistematik ve akademik şekilde konuyla ilgili durumu, sorunları ve bunlara ilişkin çözüm ve önerilerimizi ortaya koymaya, konuyla ilgili olarak usûl hukuku kapsamında bir çerçeve çizmeye çalışacağız. Konuyla ilgili daha derinlemesine bir çalışmayı ise kısa sürede tamamlayıp ayrıca paylaşacağız.

Esasen 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu (HMK) ve usûl kuralları ortaya çıkan sorunların çözümüne kapı açacak, yol gösterecek, hak kayıplarının önüne geçecek bir potansiyele sahiptir. Bilgiye dayalı, HMK’nın içeriğine uygun, bilinçli, doğru ve süratli bir yargı uygulaması geliştirilebilirse, yargı bu depremden enkazda kalmadan çıkabilir. Çünkü, bu konudaki yargısal sorunların önemli ölçüde çaresi vardır. Aksi halde, yargının kendisi de ikinci bir mağduriyet alanı oluşturacak, hak kayıpları doğacaktır. En büyük endişemiz bugüne kadar bazı temel kavram ve kurumların doğru uygulanmaması yönündeki ısrarın inatla sürdürülmesidir.

Bu davalarda yargı makamları, özellikle içtihat yerleri olan bölge adliye mahkemeleri ve Yargıtay, usûl kurallarını bilinçli ve doğru şekilde uygularsa, hiçbir sorumlunun delilleri yok ederek, ortadan kaldırarak, karartarak hukukî sonuçlardan kurtulması mümkün değildir. Bu durumda mağdurlar da gereksiz usûlî güçlüklerle karşılaşmayacaktır. Çünkü, özellikle farklı açılardan yargılama ve usûl imkânlarını genişleten, sosyal usûl anlayışının yansımalarını taşıyan 6100 sayılı HMK karşısında bu konuda birçok imkân sunmaktadır. Hatta şu anda mağdurlar yerine, bilakis asıl sorumlu kamu kurumları (belediye, bakanlıklar, idari birimler vs.) ve görevlilerinin, binaları yapan müteahhitlerin, sorumlu mimar ve mühendislerin, yapı denetim firmalarının ve bu şekilde binalara izin veren, yapan, denetleyen, yani bu konuda aslî sorumlu olanların delillerin muhafazasına çaba göstermesi gerekir. Bu delillerin yokluğu, özel hukuk ve medenî yargı çerçevesinde mağdurların değil, onların aleyhine işleyecektir. Bu belirttiğimiz kapsam ve imkânlar çerçevesinde, usûl hukukunu, sorumlu olmayanları sorumlu hale getirecek veya adil yargılanmayı tahrip edecek, yeni mağduriyetler oluşturacak bir araç haline de getirmemekle birlikte, 6100 sayılı HMK’nın birçok hükmünde karşımıza çıkan sosyal usûl anlayışı bu yargılamalarda tam anlamıyla hayat bulacak niteliktedir. Şüphesiz ceza yargısı ve idarî yargı bakımından başka sorunlar ve onlara yönelik çözümler söz konusudur.

Aşağıda üzerinde durulacak hususların neredeyse tamamı özel bir düzenlemeye ihtiyaç duyulmayan, zaten usûl kuralları arasında yer alan, sadece bunların doğru bilinip uygulanmasıyla ortaya konulabilecek çözümlerdir. Bunun için olağanüstü düzenlemelere ya da usûl kuralarının dışına çıkmaya, kurumları zorlamaya da ihtiyaç yoktur.

1. Fevkâlade Hallerle İlgili Özel Düzenleme İhtiyacı ve Konuyla İlgili Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi

a. Genel Olarak

Özellikle Covid salgını, daha sonra karşılaşılan Elazığ, İzmir Depremleri, keza diğer genel, yerel veya kısmî felâketler döneminde de ortaya çıkan durum göstermiştir ki, bu tür felâket hallerine ilişkin yargı hazırlıklı değildir; her seferinde yeniden ne yapacağız telaşı ile hareket etmekte ve geç kalınmaktadır. Bu telaşla istenen düzenlemeler yapılamamakta, yapılsa da eksik kalmakta, bazen yeni karışıklıklara yol açmakta, keza bunların kalıcı bir yönü de bulunmamaktadır. Bu konuda elimizdeki tek ciddî düzenleme, İcra ve İflâs Kanunu’ndaki (İİK) fevkalâde hallerde mühlet ve tatil hakkındaki hükümlerdir (İİK m. 317-330). Ancak bu hükümler de sadece takip hukuku ile sınırlıdır. Kaldı ki, bugüne kadar bu hükümlerin devreye sokulması ve doğru düzgün uygulanması da becerilememiştir. Her seferinde bu konuda dahi gereksiz yeni yahut tekrar niteliğinde düzenlemeler yapılmıştır. Kanun koyucu, adeta kanun koyucunun önceki faaliyetini yok sayıp gözünü kapayarak yahut zamanında yapması gerekeni yapmayarak hukuk devleti ile izahı zor bir tavır ortaya koymaktadır.

Bu durumun önüne geçmek için daha önce, “Fevkalâde Hallerde Adalet Hizmetlerinin Yürütülmesi ve Süreler Hakkında Kanun Önerisi” şeklinde bir öneriyi kaleme almış, yayınlayıp ilgili yerlere bildirmiştik[1]. Bu sebeple sadece tekrar bu hususa dikkat çekiyor, ancak aynı hususlar üzerinde durmuyoruz. Fakat her seferinde aynı sorunu yaşamamak için, mutlaka bu konuda düzenleme yapılması gerekli ve zorunlu olduğunu tekrar belirtiyoruz. Her yerde olduğu gibi, yargıda da felâkete gelmeden önce hazırlıklı olunmalıdır; yoksa sonraki çaba istenen sonucu vermemektedir, hak kayıplarına yol açmaktadır.

b. 120 Nolu Cumhurbaşkanlığı Kararnamesinin Kapsamı

Her felâkette yeniden çözüm üretme alışkanlığının bir sonucu olarak, felâketin üzerinden belirli bir zaman geçtikten sonra, 11 Şubat 2023 tarihli Resmi Gazete’de (RG) 120 nolu “Olağanüstü Hal Kapsamında Yargı Alanında Alınan Tedbirlere İlişkin Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi” ile bu konuda düzenleme yapılmıştır[2]. Bu kararnamenin genel çerçevesini açıklamaya çalışacağız.

aa. Genel Kural ve Sürelerin Durması

Kararnamenin kapsamı ve çerçevesine bakıldığında, esasen olağanüstü hal ilân edilen iller ve bu illerde bulunan kişilerle ilgili ve sınırlı bir düzenleme içermektedir (Kararname m. 2/1). Ancak bu konuda esnek uygulanabilecek ve anlaşılabilecek, tartışmaya açık bir durum da mevcuttur.

Kararnamede sürelerin durması ile ilgili özetle şu hususlara yer verilmiştir:

  • Gerek maddî hukuka gerekse yargılama (ceza, hukuk, idare) hukukuna ilişkin taraflar ve ilgililer için öngörülen süreler, ister kanun tarafından ister hâkim tarafından belirlensin (arabuluculuk ve uzlaştırma süreleri de dahil olmak üzere), 06.02.2023 tarihinden itibaren, 06.04.2023 tarihine kadar (bu tarihlerin ikisi de dahil) işlemeyecek, duracaktır. Son günü takip eden günden itibaren süreler işlemeye başlayacaktır.

  • Aynı şekilde kanun, hâkim ve icra dairelerince verilen İİK ve tüm takiplerle ilgili diğer kanunlardaki süreler de, aynı zaman dilimi içinde duracaktır. Keza tüm icra ve iflâs takipleri, taraf ve takip işlemleri, yeni takip alınması, ihtiyati haciz kararlarının icrası ve infazı işlemleri de belirtilen bu zaman diliminde durmuştur. Bunun istisnası nafaka alacaklarıdır, nafaka alacakları için takipler ve işlemler devam edecektir. Bu takiplere kamu alacakları ile ilgili takiplerin de dahil olduğu kabul edilmelidir. Çünkü, açık bir ayrım yoktur.

  • Duran icra süreleri içinde, (i) satış gününün bu süre içinde kalması halinde, talebe gerek olmadan durma süresinden sonra icra dairesince yeni bir satış günü tespit edilir, (ii) durma süresi içinde rızaen yapılan ödemeler kabul edilir ve diğer taraf lehine olan talepler dikkate alınır, (iii) Konkordato mühletinin sonuçları alacaklı ve borçlu bakımından devam eder, (iv) icra iflâs hizmetlerinin aksamaması için gerekli tedbirler alınır.

  • Şu süreler ise, bu düzenleme dışında tutulmuştur, yani bu konudaki süreler işlemeye devam edecektir:
    ✓ Suç ve ceza, kabahat ve idarî yaptırım ile disiplin ve tazyik hapsi için kanunlarda düzenlenen zamanaşımı süreleri.
    ✓ 5271 sayılı Kanundaki (CMK) koruma tedbirlerine ilişkin süreler.
    ✓ 6100 sayılı HMK’da düzenlenen ihtiyati tedbirin tamamlanmasına ilişkin (tedbirden sonra dava açma vs.) süreler.
    ✓ TBMM ve Cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili süreler.

bb. Kararnamenin Kapsamından Yararlanabilecek Kişiler

Yukarıda zikredilen sürelere ilişkin kurallar, 06.02.2023 tarihi itibariyle, yerleşim yeri olağanüstü hal ilân edilen illerde bulunan gerçek ve tüzel kişiler ile yerleşim yeri bu illerde olmasa dahi kendileri bu illerde bulunan kişiler bakımından ülke genelinde uygulanacaktır (Kararname m. 2/4). Yine bu hükümler olağanüstü hal ilân edilen illerin barosuna belirtilen tarihte kayıtlı avukatlar ile diğer barolarda kayıtlı olup da aynı tarihte bu illerde bulunan avukatlar tarafından takip edilen dava ve işlerle ilgili olarak bu avukatlar bakımından da ülke genelinde uygulanacaktır (Kararname m. 2/5).

Bu iki fıkrada, Kararnameden ve durdurulan süreden yararlanacak olan gerçek ve tüzel kişiler ile avukatlar kimler olacağı düzenlenmeye çalışılmıştır. Bu çerçevede:

  • Öncelikle belirtilen illerde yerleşim yeri bulunanlar, yani ikametgahları burada yer alan kişiler ile yerleşim yeri burada olmasa dahi, o yerlerde bulunanların bu imkândan yararlanması söz konusudur. Ancak burada ülkenin farklı yerlerinde yaşayan, ancak nüfusa kayıtlı olduğu yer deprem bölgesinde olan bir kişi de bundan yararlanacak mıdır sorusu net değildir. Çünkü, yerleşim yerinde esas olan hususlardan biri nüfusa kayıtlı olunan yerdir. Örneğin, nüfusa kayıtlı olduğu deprem bölgesindeki yerde hiç bulunmamış, orayı görmemiş biri de bu imkândan yararlanabilir mi? Bu durum tartışma doğuracaktır. Bunun dışında, burada yerleşim yeri olmasa da bir kişi, sürekli veya geçici bir şekilde o yerde bulunuyor olsa dahi (sürekli oturanlar, memur, öğrenci olanlar, turistik amaçlı vs. bulunanlar dahil) bu imkândan yararlanacaktır.

  • Kararnamede belirtilen imkândan bu yer barosuna kayıtlı avukatlarla, belirtilen tarihte bu illerde bulunan avukatlar da yararlanacaktır. Bu çerçevede, sadece baroya kayıtlı olmak değil, herhangi bir sebeple deprem sırasında belirtilen illerde bulunan avukatlara da Kararnameden yararlanma imkânı tanınmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, yukarıdaki açıklamalarla birlikte değerlendirildiğinde, avukatların yerleşim yeri, kayıtlı olduğu baro veya kendisi deprem günü o yerde bulunuyorsa Kararname kapsamında olacaktır.

  • Burada üzerinde durulması gereken hususlardan biri ise, belirtilen kişiler ve avukatlar Kararnamenin sağladığı imkândan sadece deprem bölgesiyle sınırlı şekilde değil, tüm ülke genelinde yararlanacak olmasıdır. Örneğin, deprem bölgesinde yaşayan, baroya kayıtlı olan veya o gün orada bulunan bir kişi ya da avukat, ülkenin başka bir yerinde de dava açmak, takip yapmak veya bir işlem yapmak durumunda ise başka yerlerde de aynı imkân kendisine tanınacaktır.

  • Olağanüstü hal ilân edilmeyen illerin barosuna kayıtlı avukatlar ve bürolarında çalışan kişiler, olağanüstü hal ilân edilen yerlerde kan veya kayın hısımlarının bulunması veya olağanüstü hal ilân edilen illerde felâkete uğrayanların kurtarılması, meydana gelen hasar ve zararın telafi edilmesi ya da ihtiyaçların karşılanması amacıyla bu illere giderlerse, Kararnamede tanınan yukarıda belirtilen imkânlar, söz konusu avukatlar tarafından takip edilen dava ve işlerle ilgili olarak bu avukatlar hakkında da uygulanacaktır. Ancak bunlar için daha kısa süre (yani 06.03.2023 tarihine kadar) belirlenmiştir, sadece bir ay için süreler durdurulmuştur.

  • Yukarıda belirtilen olağanüstü hal ilân edilmeyen illerde bulunan avukatlara tanınan imkânın benzeri, diğer kişilere de tanınmış bulunmaktadır. Böylece yerleşim yeri olağanüstü hal ilân edilmeyen iller olan kişilerin, olağanüstü hal ilân edilen illerde kan veya kayın hısımlarının bulunması veya olağanüstü hal ilân edilen illerde felâkete uğrayanların kurtarılması, meydana gelen hasar ve zararın telafi edilmesi ya da ihtiyaçların karşılanması amacıyla bu illere gitmeleri halinde bu madde hükmü, söz konusu kişiler bakımından da sadece bir ay süreyle (yani 06.03.2023 tarihine kadar) uygulanacaktır.

Tüm bunların ilgili organ ve makamlara şüphesiz belgelenmesi ya da bilgisinin verilmesi gerekmektedir. Böyle bir durumda, eski hale getirme (HMK m. 95 vd.), gecikmiş itiraz (İİK m. 65) gibi genel hükümlere gitmeden, süreler hakkında bu imkân kullanılabilecektir. Şüphesiz deprem bölgesinde bu hükümlerin uygulanması kolaydır. Çünkü, hem yargı organları hem taraf ve avukatlar o yerdedir, durum bilinmektedir. Ancak depremden etkilenen bir kişi ya da avukatın başka bir yerde yapması gereken işlem, açması gereken dava veya takip olduğunda, bunun, en azından o süre içinde bazı sorunlar doğurması söz konusu olabilir. Örneğin, o bölge dışında görülen bir davada veya takipte süreler genel anlamda durmadığı için, bir işlem kesinleşir, buna bağlı olarak başkaları hak sahibi olursa, depremden etkilenen bölgede bulunan taraf veya avukatın daha sonra itiraz etmesi halinde bu durumun nasıl sonuç doğuracağı belirsizdir. Örneğin, tekrar eski duruma mı döndürülecektir, ne gibi işlem yapılacaktır, bunların düzeltilmesi mümkün olacak mıdır, işlem geri alınsa dahi maddî hukuk sonuçları ortadan kalkacak mıdır şeklindeki sorular, muhtemel tartışma konuları ve uygulama sorunları olarak karşımıza çıkacaktır.

Yukarıda tek tek kapsamı belirtilen Kararnameden bir veya üç ay süre ile yararlanması mümkün olan gerçek ve tüzel kişiler ile avukatlar, yerleşim yeri olağanüstü hal ilân edilen iller dışında kalan gerçek ve tüzel kişiler aleyhine icra ve iflas takibi, taraf ve takip işlemi ile ihtiyati haciz kararlarının icra ve infazına ilişkin işlemleri yapabilir. Çünkü, sadece olağanüstü hal ilân edilen bölge için ve bu kapsama alınanlara karşı süreler durdurulmuş, onun dışında ülke genelinde bir durma olmamıştır. Fakat bu durumda da, yani Kararname kapsamında olup da, Kararnamenin kapsamı dışında kalan deprem bölgesi dışındaki diğer illerde dava, takip vs. işlem yapan kişiler ile avukatlar, işlemi başlattığı tarihten itibaren sürelerin durmasına ilişkin Kararnamenin birinci fıkrasındaki hükümden yararlanamayacaktır. Deyim yerindeyse bu kişiler madem işlem yapabiliyor o zaman kendilerine tanınan imkândan da yararlanamaz şeklinde dolaylı bir yaptırım düzenlemesi ortaya çıkartılmıştır. Ancak bunun her zaman isabetli olduğu söylenemez. Örneğin, depremle ilgili muhtemel açılacak davaların davalılarının, malvarlıklarını ortadan kaldırmaya yönelik işlemleri karşısında hızla hareket etmek gerektiğinden bir dava açılması, tedbir istenmesi zorunluluktur. Hatta bazen avukat vekâletname ibraz etmeden dahi bunu yapabilir (HMK m. 77). Böyle bir aciliyet sebebiyle dava açan, tedbir isteyen kişiyi ya da avukatı, diğer talep ve davaları bakımından da sıkıntıya sokmayı anlamak mümkün değildir, düzenlemenin amacına da aykırıdır.

Durma süreleri kapsamında, duruşma ve müzakerelerin ertelenmesi de dahil olmak üzere, yapılacak tüm işlemler konusunda, ilgisine göre Yargıtay veya Danıştay Başkanlar Kurulu, ilk derece ile bölge adliye ve bölge idare mahkemeleri bakımından HSK, diğer adalet hizmetleri bakımından Adalet Bakanlığı yetkilidir.

2. Davaların Görüleceği Mahkemeler, Hâkimlerin Atanması ve Arabuluculuk

Ortaya çıkan deprem felâketinden sonra, bu davaların nerede ve nasıl açılacağı hususu da ayrı bir tartışma konusu haline gelmiştir. Öncelikle belirtmek gerekir ki, bir uyuşmazlık ortaya çıktıktan sonra o konudaki görevli ve yetkili yargı yerlerini değiştirmek, kural olarak tabii hâkim ilkesine aykırı olacaktır. Bu açıdan deprem mahkemeleri kurulması veya deprem hâkimleri atanması tartışması yapılmaktadır. Ancak böyle bir mahkeme kurulması olsa olsa bundan sonra gerçekleşecek durumlar için anlam ifade edebilir; mevcut duruma uygulanması pek mümkün olmayacaktır. Fakat şu anda da işletilebilecek birçok hukukî imkân mevcuttur ve buna ihtiyaç olmadığı kanaatindeyiz.

Her şeyden önce, bu davalarda özel durumlar dışında ve özel mahkemelerin görev alanı içine girenler hariç (bu deprem sebebiyle ortaya çıkan iş, ticari vs. diğer uyuşmazlıklar gibi), asıl görevli mahkeme asliye hukuk mahkemesi olacaktır. Yetkili mahkeme ise, açılacak davanın niteliğine göre, genel ve özel yetki kurallarına göre belirlenmelidir. Bu davalara özgü yeni özel mahkemeler kurmak mümkün olmasa da, mevcut mahkemelerin yargı çevresi, il ve ilçe sınırlarına bakılmaksızın Bakanlığın önerisi ile HSK tarafından belirlenebilir (5235 s.K. m. 7/1). Yine iş durumuna göre, bir yerde aynı mahkemeden farklı numaralarla birden fazla mahkeme kurulabilir, özel hüküm bulunmadıkça uzmanlaşma amacıyla, gelen işlere göre aynı mahkemenin bu farklı daireleri arasında iş dağılımı yapılabilir (5235 s.K. m. 5/5). Bu sebeple, davalara bakacak mevcut mahkemelerin yanına aynı mahkemeden yenileri kurularak daire sayıları artırılabilir, iş dağılımı kapsamında bunların sadece depremle ilgili davalara bakması sağlanabilir; hatta burada görev yapacak hâkimler için ayrı bir eğitim de verilebilir.

Şüphesiz yukarıda belirtilen mahkemelerin oluşturulması, adliyelerin tam olarak çalışmaya başlaması da deprem felâketinin henüz atlatılmadığı bu süreçte mümkün olmayacaktır. Çünkü, bu kriz anında görevli yargı mensupları da aynı felâket sebebiyle görev yapamaz hale gelmişlerdir. Bu durumda da geçici olarak tedbirler alınacak, yargı yeri belirlenmesi yoluna da gidilecektir (örneğin bkz. HMK m. 21 ve 22).

Bu noktada, ortaya çıkacak uyuşmazlıkların adlî yargıyla idarî yargı arasında da uyuşmazlığa kimin bakacağı sorunu doğuracağı açıktır. Çünkü, sorumlular arasında başta kamu kurumları gelmektedir. Ayrıca bu uyuşmazlıklar, hem hukukî hem cezaî boyutu olan uyuşmazlıklardır. Yargıtay’ın öteden beri ısrarla, aynı konuda ceza yargılaması varsa bunun sonucunun beklenmesi şeklinde, kanaatimizce birçok durum için yanlış ve yargılamaları yıllarca uzatan kararları mevcuttur. Bilindiği üzere, ceza yargılamaları yıllarca sürmekte, kanun yolları aşamasında da fazladan zaman kayıpları oluşmaktadır. Aynı yanlış karar ve ısrar, deprem sonrası açılacak bu davalarda da sürdürülürse, mağdurların en azından maddî ve hukukî kayıplarını karşılaması yılları alabilecektir. Bu tür yargı yolları ve yargı kolları arasındaki sorunların kısa sürede çözülmesi gerekli ve zorunludur. Mevcut yanlış uygulamalardan da vazgeçilmelidir. Ancak biliyoruz ki, yargı bu tür yanlış alışkanlıklarından çok zor vazgeçmektedir. Kanun değişikliklerinde dahi eski uygulamasını sürdürmek gibi bir ısrarı olan yargı karşısında, umuyoruz ki bu sefer daha sağlıklı bir çözüm yolu üretilebilir.

Açılacak bu davaların arabuluculuk kapsamında değerlendirilip değerlendirilmeyeceği ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte, kanaatimizce bu davaların önemli kısmı arabuluculuk kapsamında değildir. Öncelikle deprem bölgesinde yaşananların ve ortaya çıkacak uyuşmazlıkların çoğunda temelde bir suç potansiyeli mevcuttur, bu açıdan tarafların serbestçe tasarruf etmesi durumu söz konusu olmayabilir. Keza aynı zamanda birçok açıdan kamu düzeninin gerekli kıldığı hususlar dikkate alınmalıdır. Ayrıca aynı olaydan dolayı, ceza yargılamaları da olacağı için bunlarla bağlantının gözetilmesi de zorunludur. Bu süreçte arabuluculuğa yeni bir alan açma çabası, deyim yerindeyse olsa olsa yangından mal kaçırma hafifliği ile açıklanabilir. Şüphesiz arabuluculuğun söz konusu olacağı durumlar da olacaktır, ancak dikkat çektiğimiz hususlar göz önünde bulundurulmalıdır. Arabuluculuk yoluyla deprem mağdurlarının hakları, onları mağdur eden kişi ve kurumlar karşısında at pazarlığına dönüştürülmemelidir. İş hukukunda yaşanan garabetin bir örneğini burada yaşatmamak gerekir. Deprem mağdurları arabuluculuk bürokrasisi ve burjuvazisine kurban edilmemelidir. Hukuk bir yana ahlâkî de olmayan bu yola girilmemelidir.

3. Açılacak Dava Türleri ve Adlî Yardım

Şu anda depremden mağduru olanların hem psikolojik hem de maddî olarak hak aramaları, ilgili başvuruları yapmaları, davalar açmaları oldukça zordur. Yukarıda belirtilen sürelerle ilgili Kararname belirli bir rahatlama getirmişse de, sorunları tam anlamıyla çözmemektedir. Bu sebeple açılacak davalar ile bu davalarda adlî yardım konusuna da dikkat edilmesi gerekmektedir.

HMK m. 113 ile birlikte topluluk davası şeklinde bir dava açılması kabul edilmiştir. Buna göre doğrudan hak sahibi olanlar dışında, ilgili dernek ve tüzel kişiler, özellikle statüleri kapsamında üye, mensup ya da temsil ettikleri hak sahiplerinin menfaatini korumak amacıyla, bu hakların (i) tespiti, (ii) hukuka aykırı durumun giderilmesi, (iii) ilgililerin gelecekteki haklarının ihlâlinin önüne geçilmesi için dava açabilir. Bu sebeple, başta tüketici örgütleri ve diğer ilgili tüzel kişiler, bu davaları açabilir ve bu davalar bağlamında geçici hukukî korumaları talep edebilir. Her ne kadar kanun davadan bahsetmişse de, davanın öncülü ve geçici koruması olan diğer tedbirlerin de talep edilmesi mümkündür. Bu davalar kapsamında her türlü tespit ve koruyucu dava açılabilir; ancak tazminat ve kişisel haklara ilişkin davalar açılamaz. Ancak açılacak topluluk davalarında elde edilecek deliller ve alınacak kararlar, kişilerin açacakları bireysel davalar bakımından da birer delil niteliğinde olacağından oldukça önemlidir.

Bu konuda açılması muhtemel diğer bir dava türü ise belirsiz alacak davasıdır (HMK m. 107). Dava tarihinde alacağın miktar veya değerini tam ve kesin olarak belirlemenin kişiden beklenemeyeceği ya da bunun imkânsız olduğu durumlarda, hukukî ilişki ve asgarî belirlenen miktar veya değer belirtilerek belirsiz alacak davası açabilir. Deprem sebebiyle ortaya çıkan zararlar farklılık gösterebilecektir. Bu zararların bir kısmı, devam eden zarar (örneğin sürekli tedavi, zararın halen devam etmesi vs.) olabilecek, birçoğunda ise zararların tespiti ancak davalılardan edinilecek bilgi ile veya özel bir uzmanlıkla mümkün olabilecektir. Yine davacının zararı belirlemesi objektif olarak kolayca mümkün olmayabilir. Bu sebeple, yargılama hukuku bakımından özel ve yeni bir doktrin ve içtihat alanı olarak, bu tür durumlar için belirsiz alacak davasının çerçevesinin iyi çizilmesi gerekmektedir.

Bu iki önemli dava dışında, ayrıca tespit davası (HMK m. 106), kısmî dava (HMK m. 109), dava yığılmasının (HMK m. 110) da özel görünümleri karşımıza çıkabilecektir. Burada özellikle deprem durumunun birçok açıdan tespit davası için aranması gereken özel hukukî yarar şartını sağladığı söylenebilir. Zira eda davası açılabilen durumlarda tespit davası açılamasa da, bir hakkın veya hukukî ilişkinin varlığı ya da yokluğu hakkında güncel bir yarar varsa tespit davası açılabilir. Kişilerin eldeki verilerle eda davası açması henüz mümkün olmayabilir, ayrıca bazı başvuruları yapmak için zarar ve hak kaybının tespiti gerekebilir. Bu sebeple tespit davalarında aranması gereken özel hukukî yarar bakımından da, burada özellikle dikkatli olunmalı ve değerlendirme yapılmalıdır.

Açılacak davalar ve yapılacak başvurular hakkında önemli bir husus ise yargılama harç ve giderleridir (HMK m. 323 vd.). Şu anda deprem mağdurlarının birçoğunun, başvurulacak hukukî yollarda bunları maddî olarak karşılaması neredeyse imkânsızdır. Yargı organlarının uygulamada adlî yardım konusunda çok da kolay karar vermediği bilinen bir gerçektir. Bu konuda en uygun çözüm, aslında başlangıçta önerdiğimiz bu tür durumlar için yapılacak çerçeve düzenlemede özel hüküm konulmasıdır. Ancak bu yapılmamıştır. Bu durum karşısında, HMK m. 334 vd. hükümlerinde düzenlenen adlî yardımın şartlarının deprem mağdurlarının önemli bir kısmı için gerçekleştiği kanaatindeyiz. Bu konuda özellikle ilgili makamlardan, hatta e-Devlet üzerinden alınacak belgelerle yapılacak başvurular kapsamında adlî yardım taleplerinde makul davranılması gerekmektedir. Ayrıca, şartlar değerlendirilerek aslında geçici bir muafiyet olan adlî yardımla yapılan ödemeler, kişilerden daha sonra alınmamalıdır. Çünkü, adlî yardım sebebiyle Devlet tarafından karşılanan giderlerin tahsili, bundan yararlananlar için yeni bir mağduriyet oluşturacaktır (HMK m. 339/2). Şüphesiz deprem sebebiyle ortaya çıkan durum karşısında Avukatlık Kanunu’nda düzenlenen (AvK m. 176 vd.) adlî yardım kurumunun da ayrıca etkin kullanımı değerlendirilmeli, Barolar konuyla ilgili olarak kamuoyunu bilgilendirmeli, sistemin sağlıklı şekilde çalışmasını sağlayacak tedbirler almalıdır. Çünkü, hem nitelik hem nitelik olarak yüksek bir oran söz konusudur.

4. Geçici Hukukî Korumalar, Özel Olarak Delil Tespiti Sorunu

Mevcut durum karşısında bir yandan ortaya çıkan zarar ve mağduriyetin giderilmesi için açılacak davalar bakımından ihtiyati tedbir, ihtiyati haciz gibi geçici korumalarla ilgili sorunlar karşımızda dururken, diğer yandan da özellikle açılacak davalardaki delillerin tespiti ile ilgili sorunlarla karşı karşıyayız. Çünkü, deprem enkazları birer delil niteliğindedir. Ancak bu delillerin bozulması ya da muhtemel davalılarca ortadan kaldırılması, karartılması söz konusu olabileceği gibi, enkazların yol açtığı insanî sorunlar sebebiyle de kaldırılması gerekmektedir. Delil niteliğindeki enkazlar kaldırıldıktan sonra ispat ve deliller bakımından sorunlar karşımıza çıkabilir. Ancak aşağıda da açıklayacağımız üzere, bu enkazlarda tespit yapılması hukuk yargılamasından daha çok ceza yargılaması bakımından önemlidir. Buradan tespitlerin hukuk yargılamasında önemsiz olduğu ve acele edilememesi gerektiği sonucu çıkarılmamalıdır. Bununla birlikte aksi bir durumda dahi, hukuk yargılamasında bazı telafi imkânlarına sahip bulunmaktayız.

Öncelikle ilerde açılacak muhtemel davalarda, genel ihtiyati tedbir (HMK m. 389 vd.) ve ihtiyati haciz (İİK m. 257 vd.) bakımından, her somut olayda ayrıca değerlendirmekle birlikte birçok şartın gerçekleştiği söylenebilir. Çünkü, hakkın elde edilmesinin güç veya tamamen imkânsız olması denildiğinde (HMK m. 389/1) böyle bir felâketten daha somut bir şey olamaz; keza para alacağının elde edilmesi için henüz vadesi gelmemiş bir alacak bakımından, karşı tarafın kaçması, mal kaçırması ve oturduğu yerin belirli olmaması şartlarının (İİK m. 257/2) önemli ölçüde gerçekleşme ihtimali kuvvetlidir. Unutmamak gerekir ki, bu durumlarda zaten tam ispat değil, yaklaşık ispat aranmaktadır.

Burada Türk Borçlar Kanunu (TBK) m. 76’da düzenlenen geçici ödemelere ilişkin düzenleme de mutlaka göz önünde tutulmalıdır. TBK m. 76’ya göre “Zarar gören, iddiasının haklılığını gösteren inandırıcı kanıtlar sunduğu ve ekonomik durumu da gerektirdiği takdirde hâkim, istem üzerine davalının zarar görene geçici ödeme yapmasına karar verebilir”. Bu maddenin gerekçesinde, özellikle somut olayda uğradığı zararın giderilmesi için acilen parasal bir desteğe ihtiyaç duyan, karşı tarafın sorumluluğu konusunda da hâkime inandırıcı delil sunan zarar görenlerin korunmasının amaçlandığı vurgulanmıştır. Bu hüküm sosyal bir hükümdür. Deprem bakımından bunların neredeyse tamamı gerçekleşmiş olacaktır. Şüphesiz her somut olayda ayrıca değerlendirme yapılmalıdır. Ancak davalıların özellikle kamu kurumu, tüzel kişi, kâr amacı güden şirket vs. şeklinde ekonomik yönden güçlü muhataplar olması durumunda bu maddenin uygulanmasında tereddüt edilmemelidir.

Bu konuda açılacak davaların sonuçlarından kurtulmak amacıyla, davalı olması muhtemel kişilerin malvarlıklarını değiştirmesi, aktarması, başkalarına devretmesi, muvazaalı işlemler yapması söz konusu olabilecektir. Bu konuda da gerektiğinde tedbir veya ihtiyati haciz talebi çok çabuk ve seri halde değerlendirilmelidir. Önümüzdeki dönemde muhtemel bu tür tedbir ve davalar da karşımıza çıkacaktır.

Geçici hukukî korumalar bakımından şu anda en önemli sorun delil tespiti sorunudur. Bu konuda daha önce sosyal medya üzerinden de paylaşılan AHG İzmir Grubunun bizim de destek verdiğimiz raporuna bakılmasında yarar vardır[3]. Orada belirtilenleri burada özetlemeye çalışacağız. Bu büyük felâkette klasik delil tespiti kurumunun (HMK m. 400 vd.) yeterli olmayacağı açıktır. Her şeyden bu tespiti yapacak bir mahkeme, hâkim bulmak zordur, ayrıca bu büyük yıkımın tümünü bu yolla tespit şu anda mümkün görünmemektedir. Şüphesiz ki, delil tespitinin yapılabildiği durumlarda, öncelikle bunun yapılması en uygun yöntemdir. Keza bu felâket karşısında noterlik ya da diğer kurumların da istenen seviyede bir tespiti gerçekleştirmesi mümkün görünmemektedir.

Burada en önemli ve hızlı yöntem, bu depremde her yıkıntı bir suç potansiyeli taşıdığından savcılıkların tüm binalara ilişkin tespitidir. Çünkü, Cumhuriyet savcılıkları kamu adına hareket ederek ve tüm imkânları kullanarak en hızlı ve güvenilir şekilde bu tespitleri yapabilir, ayrıca delilleri muhafaza edebilir, güvenliğini sağlayabilir. Bunun için de Türkiye Barolar Birliği, barolar, ilgili odalar ve Adalet Bakanlığının işbirliğinde, bu tespitlerde avukat ve teknik eleman/bilirkişi temini sağlanabilir. Bu durum aynı zamanda tespitlerin güvenilirliğini artıracaktır.

Bunun dışında bireysel olarak ya da yine özellikle topluluk davası açabilecek kurumların ve baroların organizasyonu kapsamında, HMK m. 293’ün uzman görüşü kurumundan seri ve pratik bir yöntemle yararlanılabilir. Yukarıdaki yöntemin uygulanamadığı yerlerde veya onun yanında, istenirse ayrıca, baroların diğer ilgili odalar ve kurumlarla işbirliğiyle her yıkıntıdan usûlüne uygun örneklerle tespit ve raporlama yapılabilir. Buna ilişkin deyim yerindeyse bir delil kutusu ve buna ilişkin tutanak, raporlama ile bir delil dosyası oluşturması uygun olacaktır. Bu raporlar en azından HMK m. 293 kapsamında uzman görüşü olarak yargılamalarda dikkate alınması gerekecektir. Başka delilin olmadığı yerde, bu görüşlerin ciddî bir gerekçe olmadan değerlendirilmemesi düşünülemez, adil yargılamayı ve hukukî dinlenilme hakkını ihlâl sayılır.

Bu da mümkün değilse, en azından baro temsilcilerinin oluşturulacak gönüllü avukatlar ve teknik ekiplerle enkazdan örnek alıp saklaması, mümkün olduğunca bunu yukarıdaki usûlle yapması yoluna gidilebilir. Bu ve yukarıda belirtilen yöntem Avukatlık Kanunu m. 2’deki delil toplama yetkisi kapsamında değerlendirilebilir.

Unutmamak gerekir ki, açılacak bu davalarda kural olarak takdiri deliller, yani ispata elverişli her türlü delil kullanılabilecektir. Durumun ispatı için her türlü delil kullanılabileceği için, mümkün olduğunca, şartların uygunluğuna göre ne kadar delil toplanabilirse o kadar önemli ve ilerdeki yargılamalar için yararlı olacaktır. Burada sorun delilin ne kadar güvenilir şekilde elde edildiği ve durumu ispata elverişliliğidir.

5. İspat ve Delillere İlişkin Bazı Temel Tespitler

Yukarıda da belirtildiği üzere, bu tür açılacak hukuk davalarında ispat çoğunlukla takdiri delillerle, her türlü delille olabilecek niteliktedir. Çünkü, burada senetle, kesin delille ispattan (HMK m. 199 vd.) daha çok, takdiri delille ispatın şartları mevcuttur. O sebeple salt belgeye dayalı bir ispat sınırlaması söz konusu olmayacaktır. Delil olarak, tanık, keşif, özellikle bilirkişi yanında, kanunda açıkça belirtilmeyen deliller ve ses, görüntü kaydı, ilgili hususu ispata elverişli her türlü belge kullanılabilecektir.

Bu davalarda, davacı mağdurların iddia yükü ile belirli ölçüde (bina, malik veya kullanan olma, zarar görme gibi) temel konularda somutlaştırma yükü bulunmaktadır. Yani, özellikle zarara veya talebe esas olan vakıalar, bunlara ilişkin talepleri ortaya koymak davacı tarafın üzerindedir. Keza bu konuda davalıların tespiti ile davalıların belirtilmesi, en azından olaya ilişkin temel somutlaştırmanın (örneğin, yıkılan bina, ortaya çıkan zararlar vs.) asgarî ölçüde yapılması gerekecektir. Şayet davalı tarafta bir yanlışlık ve eksiklik söz konusu olursa, bu durumda da tarafta iradî değişiklik yoluna gidilmesi mümkün olabilir (HMK m. 124). Böyle bir durumda çoğunlukla karşı tarafın rızasına ihtiyaç duymadan, talep üzerine hâkim kararıyla bunun gerçekleştirilmesinin şartları oluştuğunu söyleyebiliriz (HMK m. 124/3-4).

Bunun dışında, özellikle bina ve binanın teknik yönüne ilişkin somutlaştırma yükü (HMK m. 194) davacıdan çok davalı tarafta olacaktır. Çünkü, davacının genel somutlaştırması dışında, bu konudaki teknik veriler ile ilgili belge ve bilgiler bu kişilerdedir. O sebeple ayrıntılı somutlaştırma davacıdan değil, davalılardan beklenmelidir.

Hukuk yargılamasında, ispat yükü bakımından birçok kişinin yanlış bildiği üzere, “müddei iddiasını ispatla mükelleftir” sözü ve ilkesi her zaman geçerli değildir. Burada önemli olan, vakıayı kim iddia ederse etsin, o vakıaya bağlanan hukukî sonuçtan kimin lehine hak çıkardığıdır (HMK m. 190/1). Ayrıca, kanunda açıkça ispat yükünün belirlendiği durumlarla karinelerin söz konusu olduğu durumlarda, bunlara göre ispat yükü belirlenecektir (HMK m. 190/2). Aşağıda da kısaca açıklayacağımız üzere, böyle bir deprem ve felâket durumunda, birçok fiilî karine ortaya çıkacak, fiilî karine ve ilk görünüş ispatı devreye girecektir. Bunlar, bir yandan ispat yükünün belirlenmesinde, diğer yandan da ispat ölçüsü ve ispat türleri bakımından önemlidir.

Yine uygulamada çok yanlış bilinen ve yargı kararlarında da hak kayıplarına yol açacak şekilde yanlış ifade edilen ispat yükü ile delil ikame yükü ayrımıdır. Delil ikame yükü, iddia, somutlaştırma ve ispat yükü kimde olursa olsun, mevcut delillerin kimin elinde olduğu, bunu somut olarak kimin sunabileceği ile ilgilidir. Bu sebeple ispat yükü, temelini maddî hukukta bulsa da, delil ikame yükü usûlî bir kurumdur. O yüzden ispat yükü (yine uygulamadaki birçok yanlış bilgi kapsamında) temelde yer değiştirmese de, delil ikame yükü yer değiştirebilir. Bu çerçevede ortaya çıkan duruma bakıldığında, böyle bir felâket kapsamında özellikle de delil ikame yükünün, davacılardan çok, önemli ölçüde davalı tarafta yer alan kamu kurumları, sorumlu müteahhit, sorumlu mimar-mühendis, yapı denetim sorumluları vs. üzerindedir. Çünkü, bu tür delilleri mağdur olan davacının elinde tutması, muhafaza etmesi ve hepsine sahip olması mümkün değildir. Hiçbir bina maliki temel belgeler dışında, bu ayrıntılı belgelere sahip olamaz, bunları belirtilen kişiler hazırlar ve muhafaza eder, etmek zorundadır. Bu konudaki bilgi ve belgelerin, işin niteliği ve görevleri gereğince kanunen yukarıda belirtilen davalılarda olduğu açıktır. Bu durumda ispata ilişkin deliller davalı taraftadır. Hal böyle olunca, davada bu konudaki delilleri davalılar sunmak ve getirmek durumundadır; yani bu muhtemel davalılar delil ikame yükü altındadır. Bunun anlamı, davalı taraf bu konudaki delilleri eksiksiz sunamaz ve aksini de ispat edemezse aleyhine karar verilmesi gerekeceğidir. Bu sebeplerle, aslında depremden sonra, mağdur ve zarar görenlerden çok, başta kamu kurumları olmak üzere, bina ile ilgili sorumluluğu olanların delillerin sağlıklı toplanması ve muhafazası için çaba göstermesi gerekmektedir; aksi halde ortaya çıkan olumsuzlukların sonuçlarına delil ikame yükü sebebiyle kendileri katlanacaktır.

Ayrıca delilleri yok ettiği, ortadan kaldırdığı anlaşılan davalı taraf bakımından (daha önce delil tespiti yapılmamış olsa dahi) aleyhine olumsuz bir usûlî durum oluşacaktır. Bunun bir gerekçesi, olumsuz taraf davranışlarının ispata etkisi, diğeri ise usûlî dürüstlük kuralıdır (HMK m. 29). Kaldı ki, diğer tarafın talebi veya mahkemenin kararı ile taraflar ellerindeki delilleri sunmak durumundadır, aksi halde aleyhlerine karar verilir (HMK m. 219 vd). Hatta delilleri muhafaza etmeyen ve ortadan kaldıranların, bundan kaynaklanan ayrıca zararlardan sorumlu olması da söz konusu olabilir.

İspat bakımından herkesçe bilinen (malum ve maruf olan) vakıaların ispatına gerek yoktur (HMK m. 187/2). O sebeple en azından o bölgede herkesin bilgisinde olan hususlarda ayrıca ispata gerek duyulmaması, ispatının istenmemesi, boşuna zaman kaybedilmemesi gerekir.

Esasen bir davada aranan ispat ölçüsü, yani hâkimde iddia konusunda oluşturulması gereken kanaat, tam ispat, o vakıa veya vakıaların varlığı ya da yokluğu konusunda tam kanaattir. Ancak belirli durumlarda, kanunda açıkça belirtilen hallerde (örneğin, tedbir, tespit gibi) veya işin niteliği tam ispatı mümkün kılmıyorsa, yaklaşık ispatla da yetinilebilir. Böyle durumlarda, davacılar iddialarını ağırlıklı bir ihtimalle ispat ederlerse, tam ispat aranmadan da yaklaşık ispatla yargı organları, davalı kişi veya kurumlar aleyhine karar verebilir. Depremden dolayı bazı konularda istense de tam ispat gerçekleşemeyecektir. Örneği, gaiplik halinde, ölüm ahvali içinde kaybolmada, birçok zarar kalemlerinde bu durum karşımıza çıkacaktır. Hukuk yargılamasında, ceza yargılamasındaki gibi şüpheden sanık yararlanır kuralı mevcut değildir. İspat yükü, delil ikame yükü ve ispat ölçüsü her durumda değerlendirilmelidir. Şu andaki mevcut durumda ise bunlar davalılar değil, ağırlıklı olarak davacılar lehinedir.

Burada ispat bakımından karşımıza çıkacak diğer bir durum ise, bu tür davalarda doğrudan ispatın her zaman mümkün olamamasıdır. Örneğin, dava ile ilgili yerdeki enkaz kaldırılmış olabilir. Böyle bir durumda o binadan doğrudan örnek alınması onun üzerinden tamamen ya da kısmen bir ispat faaliyetinin gerçekleştirilmesi mümkün olmayacaktır. Böyle durumlarda komşu vakıalar denilen vakıalarla ispat mümkündür. Bu komşu vakıalar çok güçlü ise ispat için biri dahi yeterli olabilecektir ki, bu durumlarda karine ispatı veya ilk görünüş ispatı söz konusu olabilecektir. Örneğin, yan yana duran aynı yaş ve konumdaki iki benzer binadan biri yıkılmış, diğeri ise hasarsız ise, ilk görünüş ispatı ve fiilî bir karine olarak yıkılan binada bir kusur olduğu kabul edilebilir. Bu durumdan dolaylı ispat, yani, karine ispatı, ilk görünüş ispatı, emare ispatı da devreye girecektir. Bu sebeple, davacı o vakıayı doğrudan ispat edemiyorsa yan, komşu vakıalarla ispat mümkündür. Şüphesiz bu karine ispatına karşı, davalı tarafın da aksini ispat faaliyetini gerçekleştirmesi söz konusudur (HMK m. 190/2). Örneğin böyle bir durumda binanın sağlam olduğu, ancak bina içinde kaçak yapılaşma olduğu, ek yük bindirildiği, kolonların kesildiği ispat edilebilir.

6. Deprem Sebebiyle Adalete Erişim ve Adil Yargılanma Hakkı ile Temel Haklar Konusunda Tespitler ve Bireysel Başvuru Yığılması Riski

Yukarıda yapılan tüm açıklamalar, temelini AY m. 36’da bulan hak arama özgürlüğü, bu kapsamda etkin hukukî koruma, adalete erişim ve adil yargılanma hakkıyla doğrudan ilgilidir. Deprem sebebiyle bu haklarının özel bir uygulama alanı karşımıza çıkacaktır. Keza mülkiyet hakkı, sosyal devlet, hukuk devleti, sağlıklı bir çevrede yaşama hakkına ilişkin Devletin yükümlükleri sık sık karşımıza çıkacak temel haklar kapsamındadır.

Girişte de belirttiğimiz üzere, bu deprem felâketi, zaten mağdur olmuş bireyler için ek bir felâkete, yargı felâketine dönüşmemelidir. Şu andaki usûl kuralları, sağlıklı, bilinçli, doğru, kavram, kurum ve kavramlarıyla gereği gibi uygulanırsa, gereksiz ve yersiz işlemlerle yargı oyalanmazsa, yargı organizasyonu doğru örgütlenir, ehliyetli, bilgili, tecrübeli yargı görevlileriyle bu davalar görülür, bu konuda gerekli eğitimler hızlı ve etkin verilerek sorunlu noktalar tespit edilirse, bir iki yıl içinde kararlar verilerek en azından mağdurlar yargıda hak kaybına uğramadan sorunların çözümü ve adaletin tecellisi mümkündür. Aksi halde temel hak ihlâlleri ortaya çıkacak, ayrıca gerek Anayasa Mahkemesi (AYM) önünde gerekse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) nezdinde başvuru yığılması ile karşılaşılacaktır.

Yargı organizasyonunun yapılmasından, etkin hukukî korumadan, adalete erişimden, adil yargılanmadan, delillerin etkin ve zamanında toplanmasından Devlet sorumludur. Yargılamanın geç ve güç işlemesi, kötü işlemesi hak ihlâlidir. Deprem gibi bir felâket karşısında gerekli yargısal tedbirleri almamak da Devletin yeni bir sorumluluğunu doğurup hak ihlâli olarak değerlendirilecektir. Çünkü, bu konuda tedbir almak, yargı teşkilâtını buna uygun şekilde doğru ve adil işletmek, yargı yollarını hizmete sunmak Devletin aslî ve vazgeçilmez görevidir.

Bu sebeplerle yargılama bakımından başta hak arama özgürlüğü, adalete erişim, adil yargılanma hakkı gibi bireysel başvuru yolları da açık olacaktır. Hatta bu konuda duruma göre iç hukuk yollarının açıkça etkisiz kaldığı/olduğu durumlar için doğrudan bireysel başvuru yolu işletilebilecektir. Çünkü, mevcut hukukî yolların etkin olmadığı anlaşıldığında, kanaatimizce doğrudan bireysel başvuru yolunun da belirli şartlarda işletilmesi mümkündür. Keza yine süreç içinde başta yaşam hakkı ve mülkiyet hakkı, sosyal devlet, hukuk devleti kapsamında birçok temel hak ihlâli başvurusu AYM ve AİHM önüne gelmesi muhtemeldir. Bu konuda da ayrıca özellikle AYM ve Adalet Bakanlığı tarafından çalışma yapılmalıdır.

Yukarıda yapılan açıklamalar önemli ölçüde mağdur ve zarar görenlere yöneliktir. Ancak mağdurların korunması çabası içinde başka hak ihlâllerine de yol açılmaması, hukuk devletinin bir gereğidir. Gerçekten binayı teknik ve hukukî yönden tüm hususları yerine getirerek projelendiren, yapan, kontrol edenleri korumak da hukukun ve hukuk devletinin görevidir. Bu çerçevede, mühendis doğru bir proje çizmiş, müteahhit sağlam şekilde yapmış, ancak bina sahipleri daha sonra kolonları kestiğinden, kaçak yapılaşmaya gittiğinden bina yıkılmışsa, bir ön yargıyla mühendis ve müteahhidin ya da denetim yapanların sorumlu tutulması, hukuken doğru ve adil değildir. Bu tespitlerde hep bunların da dikkate alınmasında yarar vardır. Mühendis veya müteahhidin, her şeyi mevzuata, imara uygun yapması, ancak mevzuat ve imar durumundaki eksikliklerin deprem karşısında yetersizliği karşısında da asıl sorumlu Devlettir. Amaç ön yargılarla yargılama değil, adaleti gerçekleştirip gerçek mağdur ve hak sahiplerini korumaktır.

Sonuç Yerine

“Buradan bir atlı geçti,
Yarama baktı geçti,
Tabip el çek yaramdan,
Yaramın vakti geçti.”

diye yanık bir uzun hava vardır. Depremde zaten bu uzun hava neredeyse her yönüyle tezahür etmiştir. Umuyoruz ki, yargıda da gereksiz işlemler, bilgisizlik, ilgisizlik, kapris, temel hukukî kurumların tahrip ve tahrifi ile bu yaranın vakti geçmez, bu deprem altında yargı da kalmaz. Umuyoruz ki bu deprem, yargımızın da hukuk ve vicdan konusunda bir uyanışı olur. HMK ve usûl hükümlerinde buna yol vardır, imkân vardır, çare vardır. Yeter ki uygulansın, yeter ki istensin, yeter ki ehliyet, liyakat, hukuk ve adalet öncelensin. Yoksa, “Si a jure discedas vagus eris, et erunt omnia omnibüs incerta” (hukuktan uzaklaşırsan yolunun şaşırırsın, bundan sonra herkes için her şey belirsiz hale gelir). Bu hale gelmesin, bütün çabamız budur!...


Dipnotlar


  1. Bu konuda bkz. Özekes M./Seven V., Fevkalâde Hallerde Adalet Hizmetlerinin Yürütülmesi ve Süreler Hakkında Kanun Önerisi, https://blog.lexpera.com.tr/fevkalade-hallerde-adalet-hizmetlerinin-yurutulmesi/ (E.T. 12.02.2023). Ayrıca bu metin, Avukat Hakları Grubu-İzmir tarafından güncellenerek kamuoyu ile paylaşılıp başta Adalet Bakanlığı olmak üzere ilgili yerlere iletilmiştir (bkz. @AHGizmir sosyal medya hesapları). ↩︎

  2. RG, 11.02.2023, 32101-Mükerrer ↩︎

  3. Bu konuda bkz. AHG İzmir sosyal medya hesapları (@AHGizmir). ↩︎

Lexpera Blog’da yayımlanan yazılar, yazarlarının görüşlerini ifade eder. Lexpera Blog’da bir yazıya yer verilmesi, o yazıda savunulan görüşlerin On İki Levha Yayıncılık tarafından benimsendiği anlamına gelmez. Yazılar, bilgi amaçlı olup, hukuki mütalaa ya da tavsiye niteliği taşımamaktadır.
5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu ve diğer mevzuat hükümlerine aykırı ve bilimsel yazma etik kurallarını aşan iktibaslar konusunda yazarların ve On İki Levha Yayıncılık’ın rızası bulunmamaktadır.
Author image
İzmir Websitesi
Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi, Medenî Usûl ve İcra İflâs Hukuku