Lexpera Blog

Türk Hukukunda Miras Bırakanın Muvazaalı İşlemleri ve Buna Bağlanan Hukuki Sonuçlar

En basit şekliyle miras bırakanın çeşitli saiklerle mirasçılarını aldatarak onlardan mal kaçırmak için muvazaalı yahut başka bir ifade ile danışıklı işlem tesis etmesi olarak ele alınabilecek olan miras bırakan muvazaası uygulamadaki yaygınlığına rağmen mevzuatımızda özel olarak düzenlenmiş değildir. Geniş ve kapsayıcı bir tanımla miras bırakan muvazaası, “miras bırakanın, sağlığında, saklı paylı olsun ya da olmasın mirasçılarının tamamını yahut bir kısmını aldatarak, onlardan mal kaçırmak suretiyle miras haklarının tamamından ya da bir kısmından yoksun bırakmak için, işlemin karşı tarafı olan mirasçılarından biriyle ya da mirasçı sıfatı bulunmayan başka bir kimseyle anlaşarak, aslında bu kimseye bağışlamak istediği tapu siciline kayıtlı taşınmazını, genellikle satış ya da ölünceye kadar bakma sözleşmesi gibi ivazlı bir sözleşmeye konu etmiş gibi göstermesi ve bağışlama sözleşmesini de bu sözleşmenin arkasına gizlemesi” şeklinde ifade edilebilir.

Miras bırakan muvazaasının dört temel unsuru bulunmaktadır. Bu unsurlar, daha çok satış sözleşmesi veya ölünceye kadar bakma sözleşmesi olarak görünen ve gerçek iradelere uygun olmayan bir görünürdeki işlem, taraflar arasında muvazaaya yönelik anlaşma, bağış sözleşmesi olarak beliren gerçek iradelere uygun bir gizli işlem ve miras bırakan muvazaasını adi muvazaadan ayıran mirasçıları aldatarak onlardan mal kaçırma kastıdır.

Miras bırakan muvazaasının görünürdeki işlemi olan satış sözleşmesi yahut ölünceye kadar bakma sözleşmesi taraflarca gerçek anlamda akdedilmek istenen işlemler değildir. Taraf iradelerine uymayan ve gerçek iradelerin uyuşmadığı bu işlemler mirasçıları aldatarak onlardan mal kaçırmak için bir perde olarak kullanılır. Bu sebeple de muvazaa sebebiyle geçersizdirler. Kanaatimizce bu geçersizliğin türü kesin hükümsüzlük olmalıdır. Zira tarafların söz konusu işleme ilişkin irade beyanı mevcuttur. Ancak bu irade beyanı o işleme yönelik gerçek iradeleri yansıtmamaktadır. Hal böyle iken görünürdeki işlemin yokluğundan değil, kesin hükümsüzlüğünden bahsetmek daha doğru olacaktır.

Miras bırakan muvazaasının gizli işlemi olan bağışlama sözleşmesi ise tarafların gerçekten kurmak istedikleri bir sözleşmedir. Miras bırakan muvazaasında miras bırakan aslında gerçekten de tapu siciline kayıtlı taşınmaz bir malını, mirasçısından kaçırmak için işlemin karşı tarafına bağışlamaktadır. Yani bu işleme ilişkin tarafların iradeleri ve irade beyanları aynı doğrultuda olup bu iradeler de uyuşmuştur. Öyleyse görünürdeki işlemde olduğu gibi bir geçersizlikten gizli işlem bakımından bahsetmek mümkün olmaz. Ancak gizli işlem de başlı başına bir hukuki işlem olarak diğer tüm hukuki işlemlerde olduğu gibi bazı geçerlilik şartlarına tabidir ve ancak bu şartlar tamam olduğunda geçerli bir şekilde kurulmuş olur. Miras bırakan muvazaası bakımından ise genelde diğer şartlara yönelik bir geçersizlik değil ama şekil şartına yönelik bir geçersizlik söz konusu olmaktadır. Zira tapu siciline kayıtlı bir taşınmazın bağışlanmasının resmi şekilde yapılması gerekmekte iken taraflar aslında resmi şekilde bir satış sözleşmesi yahut ölünceye kadar bakma sözleşmesi akdetme, arkasında gizlenen bağışlama sözleşmesini ise aranan resmi şekil şartına riayet etmeden gerçekleştirmektedir. Her ne kadar doktrinde aksi yönde görüşler mevcutsa da, miras bırakan muvazaasının gizli işlemi olan bağışlama sözleşmesi başlı başına bir hukuki işlem olarak kendisi için aranan geçerlilik şartını taşımalıdır. Görünürdeki işleme yönelik şekil şartının sağlanmış olması gizli işlemdeki şekle aykırılığı def etmez. O halde miras bırakan muvazaasının gizli işlemi olan bağışlama sözleşmesinin de şekle aykırılık sebebiyle kesin hükümsüz olduğunu tespit etmiş olmakla ortada geçersiz iki farklı işlem ve gerçekleştirilen yolsuz bir tescil bulunmaktadır.

Bu yolsuz tescilin düzeltilmesi davasında davacının kimler olabileceği önemli bir mesele teşkil etmektedir. Miras bırakan muvazaasına dayalı yolsuz tescilin düzeltilmesi davasını açma hakkı hukuki yararı olup da miras bırakanın öldüğü tarihte mirasçı sıfatını haiz kimselere aittir. Bu sebeple, miras bırakanın ölümü üzerine miras hakkı zarar gören yasal ve atanmış mirasçılar yolsuz tescilin düzeltilmesini talep edebilirler. Ancak bu noktada bu davayı açabilecek olan yasal mirasçıların saklı pay sahibi olmaları bakımından da değerlendirilmesi gerekmektedir ki doktrinde de en çok tartışılan meselelerden biri bu olmuştur. Bir görüş saklı pay sahibi olmayan mirasçılardan mal kaçırılmasının mümkün olmadığından bahisle mirasçıların ancak külli halef sıfatıyla miras bırakanın devamı olarak yolsuz tescilin düzeltilmesini isteyebileceğini ileri sürmekte iken Yargıtay’ın da içinde bulunduğu diğer görüş, saklı pay sahibi olsun ya da olmasın tüm mirasçıların yolsuz tescilin düzeltilmesi davasının davacısı olabileceğini ileri sürmektedir. Kanaatimizce, Yargıtay tarafından da benimsenmiş olduğu üzere, saklı pay sahibi olsun ya da olmasın tüm mirasçıların kendi mirasçılık sıfatlarına dayanarak yolsuz tescilin düzeltilmesini talep edebileceklerini kabul etmek gerekir. Zira her ne kadar miras bırakanın, saklı paylı mirasçıların saklı payları dışında kalan kısım üzerinde tasarruf özgürlüğü bulunmaktaysa da, bu özgürlüğün kanunun öngördüğü şekle riayet etmeksizin kullanılması koruma görmemelidir. Kanunun tasarrufa serbesti tanımış olması, bu tasarrufun her şekilde yapılmasını mümkün kılmaz. Şayet bu tasarruf için şekle riayet etme gibi bir kural öngörülmüşse, bu kurala uyulmadıkça tasarrufun geçerliliğinden de bahsedilemez. Ayrıca saklı pay sahibi olmayan mirasçılardan mal kaçırılmasının söz konusu olmayacağını ileri sürmek de mümkün değildir. Anayasa tarafından güvence altına alınmış olan salt saklı pay değil, miras hakkıdır. Miras bırakan ise mirasçısını mirasından dışlamak istemekte ve miras payından mahrum etmeyi amaçlamaktadır.

Öte yandan, miras bırakan, girişmiş olduğu işlemle mirasçılarını aldatmayı ve onlardan mal kaçırmayı amaçlıyorken, aldatılmak istenen mirasçının sahip olması gereken dava hakkını miras bırakanın devamı olarak kullanabileceğini ve ancak külli halef sıfatıyla dava açabileceğini savunmak da mantığa aykırıdır. Zira böyle bir çıkarım, miras bırakanın aldatılmak istendiği işleme tarafmış gibi muamele görmek zorunda bırakılması gibi tuhaf bir senaryoyu beraberinde getirmektedir. Oysa miras bırakan mirasçısından mal kaçırdığında mirasçısının miras hakkını zedelemekte, mirasçısının da zedelenen bu miras hakkına dayanan kendisine ait bir dava hakkı doğmaktadır. O halde saklı pay sahibi olsun ya da olmasın mirasçının, miras bırakanın külli halefi sıfatıyla değil de, kendi dava hakkına dayanarak dava açabileceğini kabul etmek gerekir. Bunun sonucu olarak da açmış olduğu davada mirasçı, taraf sıfatıyla değil üçüncü kişi sıfatıyla yer alacak olup, iddiasını senede dayandırmak zorunda kalmaksızın her türlü delille ispat edebilecektir.

Miras bırakan muvazaasına dayalı olarak açılan yolsuz tescilin düzeltilmesi davasında, miras bırakanın gerçek iradesinin tespit edilmesi de son derece önemlidir. Yargıtay, bu tür uyuşmazlıkların sağlıklı, adil ve doğru bir çözüme ulaştırılabilmesi için, miras bırakanın asıl irade ve amacının duraksamaya yer bırakmayacak biçimde ortaya çıkarılmasının gerekliliğini vurgulamakta ve tarafların gerçek iradesinin ve amacının tespitinin zor olmasından ötürü bu yöndeki delillerin tam olarak toplanılması yanında doğru değerlendirilmesinin önemine işaret etmektedir. Bu kapsamda Yargıtay’ın da belirttiği üzere, ülke ve yörenin gelenek ve görenekleri, toplumsal eğilimleri, olayların olağan akışı, miras bırakanın sözleşmeyi yapmakta haklı ve makul bir nedeninin bulunup bulunmadığı, davalı yanın alım gücünün olup olmadığı, satış bedeli ile sözleşme tarihindeki gerçek değer arasındaki fark, taraflar ile miras bırakan arasındaki beşeri ilişki gibi olguların değerlendirilmesi gerekmektedir. Yine, ölünceye kadar bakma sözleşmesine ilişkin olarak da, miras bırakanın yaşı, bakım gerektiren bir hastalığının bulunup bulunmaması, aile içerisinde kendisine bakacağını düşündüğü bir kimsenin olup olmadığı gibi durumlarla sözleşme ile temlik edilen malvarlığının miras bırakanın malvarlığına oranı, bu değerin malvarlığının büyük bir kısmını oluşturup oluşturmadığı ve daha düşük bir malvarlığı değerinin temlik edilmesinin bakım borcuna karşılık ivaz olmaya yeterli gelip gelmeyeceği gibi durumların irdelenmesi gerekir.

Nihayet Yargıtay tarafından da ifade edilmiş olduğu üzere, mirasçının kendisi için daha avantajlı olan yolsuz tescilin düzeltilmesi davasını ikame etmeyi seçmesi, en azından saklı payına kavuşma imkânı veren tenkis davası açma hakkını elinden almamalıdır. Kanunun tanımış olduğu bir dava hakkından başka bir davanın açılmasıyla feragat edildiğini kabul etmek doğru olmaz. Bu sebeple yolsuz tescilin düzeltilmesi davası açılması, miras bırakanın tenkis davası açmasına engel olmayacağı gibi bu davaların kademeli şekilde açılması da mümkün kabul edilmelidir.


Bu konu hakkında ayrıca Semih Akkök'ün "Türk Hukukunda Miras Bırakanın Muvazaalı İşlemleri ve Buna Bağlanan Hukuki Sonuçlar" adlı eserine bakılabilir.

On İki Levha Yayıncılık

Lexpera Blog’da yayımlanan yazılar, yazarlarının görüşlerini ifade eder. Lexpera Blog’da bir yazıya yer verilmesi, o yazıda savunulan görüşlerin On İki Levha Yayıncılık tarafından benimsendiği anlamına gelmez. Yazılar, bilgi amaçlı olup, hukuki mütalaa ya da tavsiye niteliği taşımamaktadır.
5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu ve diğer mevzuat hükümlerine aykırı ve bilimsel yazma etik kurallarını aşan iktibaslar konusunda yazarların ve On İki Levha Yayıncılık’ın rızası bulunmamaktadır.
Author image
Hakkında Semih Akkök
İstanbul
İstanbul Gedik Üniversitesi Hukuk Fakültesi Medeni Hukuk Ana Bilim Dalı Araştırma Görevlisi