Giriş
İnsanlık tarihi terasından etrafı kolaçan ettiğimizde dört bir tarafın savaşlarla kaplı olduğunu görürüz. Tarihin ilk çağlarında sahip olduğu yegâne şeyi; canını koruma kaygısında olan insanın, bir hegemonyaya ihtiyaç duyduğunu bunun akabinde de ona biat ettiğini görmekteyiz. Şüphesiz ki insanlığın en temel arzusu “hayatta kalmak”tır. Bunu sağlamak için de güce ihtiyaç duyar. İşte bu hayatta kalma ve güç elde etme arzusu, insan davranışlarının temelinde yatan en başat unsurdur. Bu sebeple Hobbes, insanın en temel hakkının “kendi hayatını korumak için her şeyi yapma özgürlüğü” olduğunu kabul etmiştir(Hobbes, 2011). Karşılıklı bir ihtiyaç-temin ağının akabinde kendine bir meşruiyet zemini temin eden iktidar çemberi de böyle doğmuştur. Kıt kaynaklara sahip dünyada sonsuz ihtiyacı olan insanın, koruyucu bir hegemon önderliğinde cepheden cepheye koşturması bundandır. Aydınlanma çağı ve feodalite rejiminin yıkıldığı periyotlara değin, klasik savaş olgusu bu şekilde cereyan edecektir. Kapitalizmin dünya sahnesinde başrolde belirmesiyle ve sonrasında Fransız Devrimi ile mülkiyetin modern devletlerin anayasalarına girmesi, savaş nedenlerini de değiştirecek, sanayi cağında ise hammadde ve pazar ihtiyacı ile son teknoloji ürünü harp araç gereçleri işi bambaşka bir yöne taşıyacak “savunma sanayisi” sözlüklerde kalın harflerle geçecektir. Tüm bunların ışığında ilk çağlarda iki kabile arasında küçük çaplı dövüşmelerden başlayan bu süreç zaman içinde gelişen savaş teknolojisi, düzenli orduların kurulması ve silahların öldürücülüğünün artması sebebi ile topyekûn ve oldukça yıkıcı bir hal almıştır. Özellikle Birinci Dünya Savaşı, cephe gerisini de etkileyen ilk savaş olması hasebiyle önem kazanmış, savaşın derin etkisi kendisine uluslararası platformlarda dahi yer bulabilmiştir. Wilson’ın uluslararası ilişkilerde idealizm teoremiyle vücut bulan Milletler Cemiyeti de bu etkinin bir ürünüdür. Yine tarihin gördüğü en büyük savaş olan İkinci Dünya Savaşı’nda gelişen hava kuvvetleri savaşı cephe gerisine de taşımıştır. Daha da ötesi tarihin gördüğü en ölümcül silahlar; atom bombaları Nagazaki ve Hiroşima’da patlatılmıştır. Bu çerçevede Latincede kullanılan “Homo Homini Lupus” deyişi zaman içinde kendini doğrulamış, insanlığa en büyük zararı yine insan vermiştir. 20. Yüzyıl iki büyük dünya savaşına sahne olmuş ve savaşlar artık sadece cepheyle kalmamış cephe gerisini de etkilemiş; kitlesel sivil ölümleri göz ardı edilemeyecek boyutlara ulaşmıştır. Karşılıklı yok olma teoremi çerçevesinde özellikle ABD ve Rusya arasında cereyan edebilecek bir savaşın dünyayı yok edeceğinin bilimsel olarak kanıtlanması, savaşlara ve anti savaş olgularına giden yolun altını kalın bir şekilde çizmiştir. Yine modern dünyada insan haklarına verilen önemin artması, cephe gerisinin savaşlardan etkilenmesiyle doruk noktasına ulaşmış, kimyasal, nükleer silahlarla mücadele edilmesi fikri yaygınlaşmış savaş sırasında işlenen suçların, soykırımların caydırıcı bir mekanizma eksikliğinden meydana geldiği net bir şekilde anlaşılmıştır. Tokyo ve Nürnberg mahkemeleri bu alanda bir ilk olması hasebiyle önemlidir.
Tarihsel Arka Plan
Almanya’da İkinci Wilhelm’in 1882’de tahta geçmesiyle yeni bir dünya politikası benimsenmiş ve bu politikanın adı “ Weltpolitik” olarak tanımlanmıştır. Buna karşılık Fransa ise “status quo”yu savunmuştur. Bu iki zıt fikir çapışarak dünya savaşlarına giden yolun taşlarını yavaş yavaş örmüştür. Bunun yanı sıra Birinci Dünya Savaşı öncesi 1905 yılında yapılan Rus-Japon savaşı Doğu Asya’da yaşanan ilk emperyal savaştır. Birinci Dünya Savaşı sonrası döneme baktığımızda bu dönemin en temel özelliği siyasal liberalizmin çöküşüdür. Temsili demokrasi neredeyse ortadan kalkmış, tek parti yönetimleri ortaya çıkmıştır. Birinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan hiperenflasyon zaten savaştan mağlup çıkan devletlerin harap ekonomisinin tamamen dibe vurmasına sebep olmuştur. Bunun sonucunda yaşanan açlık, işsizlik ve çaresizlikte insanlar bir arayışa girmişlerdir. Ekonomik kriz anında kimliksizleştirilmiş geleceği göremeyen insanlar kendilerini adayacakları bir amaç arıyorlardı. Bu kaos ortamında İtalya’da Kara Gömleklikler ve Almanya’da ise Kahverengi Gömlekliler güçlenerek iktidara gelmişlerdir. Faşizm denilen bu iki siyasal hareket orta kesimi militanlaştırıp sokağa çıkarmış ve totaliter bir boyut kazanmıştır. 1920’de Adolf Hitler’in Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisini kurmasıyla başlayan bu süreçte Musolini de Ulusal Faşist Partiyi kurmuştur ve faşizm Avrupa’nın bir kısmında söz sahibi olmuştur. Nazi iktidarı halkına negatif ojeni uygulamış ve ırk ariliğini bozan herkesi katletmeyi amaçlamıştır. Özellikle yaşanan “Holokost” yani bir diğer adıyla Yahudi Soykırımında 6 milyona yakın Yahudi öldürülmüştür. Sadece Yahudiler değil engelliler, Çingeneler ve homoseksüeller gibi Nazilerin ari ırk perspektiflerine aykırı görülen insanlar da katledilmiştir. Birinci Dünya Savaşı sonrası İtilaf Devletleri ile Almanya arasında imzalanan Versay Anlaşması dünyayı İkinci Dünya Savaşı’na götüren anlaşmazlıkların temelini oluşturmuştur (Sönmezoğlu, 2005). Birinci Dünya Savaşının bitmesinden sonra savaşların bittiğini sanılmıştı. Ne yazık ki İkinci Dünya Savaşının başlamışıyla bu sanılgının ne kadar yanlış olduğu anlaşıldı. Bu savaş hem kullanılan silahlar ve araçlar hem de savaşın yayıldığı bölge ilkiyle kıyaslandığında çok farklı idi. 1 Eylül 1939’da Almanya’nın Polonya’ya saldırmasıyla başlayan ve 14 Ağustos 1945’te Japonya’nın teslim olmasıyla son eren İkinci Dünya Savaşı tarihin en büyük çaplı savaşıdır. Savaş, Birinci Dünya Savaşı mağlubu Almanya’nın, savaş sonrası oluşan düzenden tatmin olmayan İtalya ve Japonya ile oluşturduğu Mihver Bloğu ile İngiltere, Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri’nden(ABD) oluşan Müttefikler ve Sovyetler Birliği(SSCB) arasında gerçekleşmiştir. İkinci Dünya Savaşında yaşanan insan hakları ihlalleri birincisiyle kıyaslanamayacak oranda fazlaydı (Koca, 2013). İkinci Dünya Savaşı Japon ve Alman işgalindeki bölgelerde savaş esirlerine ve sivillere karşı inanılmaz bir vahşetle işlenen ciddi suçlara sahne oldu. İşgal altındaki milletlerin saldırgan devletlere karşı gösterdiği direnç, kanlı misillemelerle bastırıldı. Bu savaş tüm Avrupa’yı baştan başa silip süpürecek Nazi politikalarını kitle ölüm merkezlerini ve toplama kamplarındaki dehşetini açığa çıkardı (Beyazıt, 2008). ABD başkanı Truman, düzenlediği basın toplantısında, Yüksek Mahkeme hakimi Robert H. Jackson’u savaş suçluları ile ilgili davayı hazırlama ve savcı görevini yürütme ile görevlendirdiğini açıkladı(Odman, 1996). O da, kendi başkanlığında oluşturulan bir komite nezdinde yürütülen çalışmaları 1945’in yaz aylarında tamamladı (Tezcan vd., 2014). Nürnberg’i mahkeme yeri olarak öneren de oydu. Çünkü savaş süresince bombardımandan en az hasar görmüş ve yeterli büyüklükte bir adalet sarayı sadece Nürnberg’de vardı ( takriben 530 büro ile 80 salon ). Ayrıca bunun hemen yakınında bir de yıkılmamış hapishane bulunmaktaydı. 8 Ağustos 1945 tarihinde ABD, İngiltere, SSCB ve Fransa İngiltere’nin başkenti Londra’da Londra Antlaşmasını imzaladılar. Bu antlaşmanın 2. Maddesinde yer verildiği üzere, Nürnberg’de Uluslararası Askeri Mahkemenin kuruluşu, yetki ve işleyişi antlaşmaya ekli bir Statü ile belirlenmiştir(Odman, 1996). Sözü edilen bu antlaşma daha sonra 19 devlet tarafından da kabul edilmiş ve Naziler tarafından işlenen suçları yargılamak üzere uygulanmıştır(Tezcan, 2014). Bu mahkemenin kuruluşunu takiben Pasifik Savaş Alanı ile ilgili Müttefik Kuvvetler Başkomutanı olarak General Douglas McArthur kendi yetkisine dayanarak resmi şekilde yayımlandığı 19 Ocak 1946 tarihli özel bir kararname ile Tokyo Uluslararası Uzak-Doğu Askeri Mahkemesini kurmuştur(Odman, 1996).
Mahkemelerin Özellikleri ve Yargı Yetkisi
Tarihin tozlu sayfalarında önemli yer etmiş bu iki mahkemenin özelliklerine göz atacak olursak, iki mahkemenin de suçların işlenmesinden sonra, yalnızca bu suçları kovuşturmak için kurulmuş ad hoc (özel) ve olağanüstü nitelikte olduklarını görürüz (Tezcan, 2014). Özel olmaları, yalnızca belirli suç tiplerini yargılama yetkisine sahip olmalarından, olağanüstü olmaları ise, yetkilerine girdiği açıklanan fiillerin gerçekleşmesinden sonra ( ex post facto ) kurulmuş olmalarından kaynaklanmaktadır. Ayrıca, bu mahkemelerin askeri niteliğini de vurgulamak gerekir. Savaş sırasında tüm taraflarca işlenen tüm suçları yargılamak üzere kurulmamışlardı, objektif adaleti sağlama görevleri yoktu. İki mahkemenin de yargı yetkisi, uluslararası insancıl hukukun ihlallerine ilişkindir. Bu mahkemeler jürili olmayan, toplu mahkemelerdir. Yargılamalar esnasında gıyapta yargılamak mümkün olmuştur, mahkeme kararları kesindir ve denetim muhakemesi yolu öngörülmemiştir (Tezcan, 2014). Mahkemeler, asli yargı yetkisine sahiptirler, bu itibarla ulusal yargı mercilerinin yerine geçerek yargılama yapmışlardır. Gerek Nürnberg, gerekse Tokyo Mahkemesi, üç ayrı suç tipi açısından yetkiliydi. Bunlar, barışa karşı suç, savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar idi (Erem, 1948).
Mahkemeye Yönelik Görüşler ve Sonuç
Nürnberg ve Tokyo Mahkemeleri, suçların cezasız kalmaması için önemli bir adım olmakla birlikte pek çok eleştiriye hedef olmuştur. Bu eleştiriler özellikle “ suçta ve cezada kanunilik prensibi ”ne ve “doğal hakim ilke” sine aykırılık olduğu yönünde olmuştur. Nürnberg ve Tokyo yargılamalarında, işlendiği sırada suç olarak tanımlanmayan fiillerin, sonradan suç olarak sayılıp cezalandırılmaları kanunilik ilkesine aykırı bir durum olduğu ileri sürülmüştür (Ulusoy, 2008). Çünkü bu fiiller işlendiği zamanda bunları açıkça suç olarak öngören herhangi bir uluslararası hukuk kuralı mevcut değildir, ve diğer yandan insanlığa karşı suç kategorisinde görebileceğimiz Yahudi soykırımı da 3. Reich hukukuna göre tümüyle yasaldı (Tezcan, 2014). Bu bakımdan, yargılamalar esnasında yapılan itirazlar, mahkeme tarafından basit bir temele dayandırılarak reddedilmiştir. Buna göre, mevcut antlaşmalardaki ve uluslararası belgelerdeki tüm güvencelere ve yasaklara rağmen, komşu devletlere saldıran kimseleri cezalandırmamanın adil olmayacağını söylemek, kesinlikle haksız olurdu. Bu fiillerin tüm devletler tarafından haksız kabul edilmeleri gerekmektedir ( opinio juris)(Şen, 2009). Ad-hoc mahkemelerin yargılama yetkisine giren suçlarda “opinio juris”in varlığı kabul edilecek olsa bile bu ortak kabul, hukukun evrensel bir ilkesi olan “suçta ve cezada kanunilik” ilkesi ile “ceza normlarının fail aleyhine geçmişe uygulanamayacağı” esasına aykırılığı ortadan kaldırmaya yeterli değildir. Çünkü ceza hukukunda emir ve yasaklar ile yaptırımlar dayanaklarını, “opinio juris”ten değil, önceden kabul edilen kanunlardan ve uluslararası sözleşmelerden alırlar. Aynı şekilde doğal hakim ilkesi açısından da bakacak olursak; yargılayacakları fiiller işlendikten sonra yalnızca o fiilleri yargılamak için kurulmuş olması yönüyle bu evrensel ilkeye aykırı olduğu ileri sürülmektedir (Sözüer ve Erman, 2000). Diğer bir eleştiri konusu ise yalnızca yenik devletlerin yargılanmış olmasıdır. Tokyo ve Nürnberg mahkemelerinin görünürdeki amacı adaleti gerçekleştirmek ve dünya üzerinde bozulan düzeni sağlayıp, insanlığın vicdanını rahatlatmak olsa da, bu mahkemelerin dışarıya sunulmayan ve gerçekte bulunan sessiz bir amacı vardır ki, o da 2. Dünya Savaşı’nı kazanan devletlerin, bireysel intikamlarını savaşı kaybeden devletlerin yöneticilerinden ve üst düzey komutanlarından almaları olarak kabul edilmelidir (Şen, 2009). Çünkü “kazananların adaleti” uygulamaya geçmiş ve kazananlar tarafından ve kazananlar için kaybedenlerin yargılanmasına yol açmıştır. Gerçekten de, savaşın iki taraflı bir eylem olduğu, taraflardan birisinin askerleri ya da halkı tarafından işlenen fiillerin, savaşın karşı tarafının askerleri ve halkı tarafından da işlenmiş olmasının yüksek bir ihtimal olduğu ve nedense kazanan devletlerin kaybeden devletlere karşı uluslararası ceza yargısını bir "yaptırım" olarak uyguladıkları düşünüldüğünde, ceza yargılaması gibi bireylerin hayatları ve özgürlükleri açısından en üst seviyede önemli bir konunun, devletlerin arasında çıkan anlaşmazlıklarda yaptırım veya bir araç olarak kullanılmaması gerektiği açıkça ortaya çıkmaktadır. Diğer bir itiraz olarak, Alman topraklarında işlenmiş bulunan fiiller üzerindeki cezai yargı yetkisinin Alman ulusal mercilerinden alınıp uluslararası bir mahkemeye devredilmesini öngören bir antlaşmada Alman Devletinin imzasının bulunmamasının egemenlik haklarına aykırılık oluşturduğu söylenmiştir (Sözüer ve Erman, 2000). Son olarak da mahkeme, tarafsız ve yenik devletlerden yargıç bulundurmaması sebebiyle tarafsızlık ilkesine ve adil yargılanma hakkına gölge düşürdüğü sebebiyle eleştirilmiştir.
Sonuç olarak denilebilir ki Nuremberg Yargılamaları (Nürnberg ve Tokyo Mahkemeleri) uluslararası ceza hukuku bakımından yeni bir çığır açmıştır. Uluslararası alanda ilk defa bireylerin cezai sorumluluğu kabul edilmiş, devlet başkanlarının bağışıklığının savaş suçları bakımından söz konusu olamayacağı belirtilmiştir( Koca, 2013). Yine de belirtmek gerekir ki, “yaşam hakkı”, “suçta ve cezada kanunilik”,"dürüst yargılanma", “eşitlik” gibi evrensel değerlerin, insanlık tarafından oldukça sancılı dönemler atlatılarak kazanıldığı, bu değerlerin kazanılması sürecinde birçok kişinin haksız müdahalelere uğradığı gerçeği karşısında, bugün evrensel ceza hukuku ve ceza muhakemesi hukuku prensiplerine dayalı bir uluslararası ceza yargılaması sistemine kısmen de olsa sahip olduğumuz düşünüldüğünde, Nürnberg ve Tokyo mahkemeleri hatalı ve adaletsiz uygulamalara yol açmış olsalar da, bu mahkemeleri insanlığın bugün sahip olduğu değerlere bir ilk basamak olarak değerlendirmek isabetli olacaktır (Şen, 2009). Aynı zamanda bu yargılamalar kurulacak diğer ad hoc mahkemelere de bir örnek olmuştur.
KAYNAKÇA
- AVCI,G., (2012), Uluslararası Ceza Mahkemesi, Yüksek Lisans
Tezi, AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü , Erzurum. - AZARKEN,E.,(2013), Nürnberg’ten La Haye’ye, Beta Yayınevi, İstanbul.
- BALL,H.,(1999),Prosecuting War Crimes and Genocide, The
Twentieth-Century Experience, University Press of Kansas, USA. - BEYAZIT, Ö.,(2008), Uluslararası Ceza Mahkemesinin
Kuruluşu ve Yargılama Yetkisi, Yüksek Lisans Tezi, KÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kırıkkale. - HOBBES,T.,(2011), Leviathan, Pasific Publishing Studio, United
States. - İNCEOĞLU,M.,(2008),Uğur Alacakaptan’a Armağan Cilt:1,
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul. - KOCA, Z.,(2013), İnsanlık Suçunun Önlenmesi ve Mağdurun
Korunmasında Uluslararası Ceza Hukuku ve Uluslararası Ceza Mahkemelerinin Önemi ve Etkileri, Yüksek Lisans Tezi, MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü,Muğla. - ÖZTÜRK B.,ERDEM M., (2011), Uygulamalı Ceza Hukuku ve Güvenlik Tedbiri Hukuku, Seçkin Yayıncılık, Ankara.
- SANDLER O.,(2012), Siyasi Tarih 1918-1994, Ankara.
- SÖNMEZOĞLU, F., (2005), Uluslararası İlişkiler Sözlüğü, Der Yayınları, İstanbul.
- SÖZÜER A., ERMAN B., (2000). Uluslararası Ceza Mahkemesi, Adalet Yüksekokulu, İstanbul.
- ŞEN, E., (2009), Uluslararası Ceza Mahkemesi, Seçkin Yayıncılık, Ankara.
- TEZCAN, D., ERDEM, M., ÖNOK, R., (2009), Uluslararası Ceza Hukuku, Seçkin Yayıncılık, Ankara.
- TEZCAN, D., (2000), Uluslararası Suçlar Ve Uluslararası Ceza Divanı, Ankara Barosu Hukuk Kurultayı 2000, Ankara Barosu Yayınları, Ankara.
- ULUSOY, O., (2008), Uluslararası Ceza Mahkemesi, İnsan Hakları Gündemi Derneği, İzmir.