Lexpera Blog

Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin Bir Kararı Üzerinden Dava Takip Yetkisi ve Topluluk Davası Tartışması


“Sendikanın Dava Açma Yetkisi ve 6356 s.K. ile 4688 s.K.’lardaki Fark”

Giriş*

Toplu iş hukuku kapsamında, sendikalar ve toplu iş sözleşmesi bakımından en çok bilinen ve uygulanan kanun 2012 tarihli 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’dur (6356 s.K. veya STİSK). Ancak bu Kanun yanında, özellikle kamu alanında benzer bir kanun daha vardır. O da 2001 tarihli 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları ve Toplu Sözleşme Kanunu’dur (4688 s.K. veya KGSTSK). Benzer konuları düzenleseler de, her iki kanunun isimlerinden başlayarak düzenleme alanları ve içeriklerinde farklılıklar mevcuttur. Bu farkların bir kısmı açık ve bilinçli farklar iken bir kısmının ise açık olmayan ve bilinçli sayılmayacak farklılıklar olduğu söylenebilir. Biz bu çalışmada bunların tümü üzerinde değil, sadece sendikaların üyeleri adına dava açma yetkileri üzerinde durmaya çalışacağız.

Şüphesiz her iki kanunda da sendikaların kendileri adına bağımsız dava açabilmeleri mümkündür. Bu bir tüzel kişilik olmanın doğal hukukî sonucudur. Ancak biz bu çalışmada ağırlıklı olarak bunun üzerinde durmayacağız. Bizim üzerinde duracağımız husus, her iki kanunda sendikaların belirli çerçevede üyelerinin menfaatini korumak için onlar adına veya onların yerine dava açabilmeleridir. Burada temel hareket noktamız 6356 s.K. m. 26/2 ile 4688 s.K. m. 19/2-f hükümleridir. Her iki hükümde de, sendikaların üyelerinin bireysel ve toplu menfaatini korumak için onlar adına veya yerine dava açmaları, onların haklarını korumak için hüküm almaları düzenlenmiştir.

Burada açıklanması gereken husus, sendika bu yetkisini kendi adına hüküm almak için mi, yoksa üyesi adına hüküm almak için mi kullanacaktır? Daha net ifade ile bu düzenlemeler kapsamında acaba sendika tamamen kendisi adına mı, yoksa üyeleri adına mı davada yer almaktadır? Şayet üyeleri adına yer alıyorsa yargılamada konumu ve durumu nedir? Böyle bir davanın niteliği nedir, verilecek hüküm ne anlam ifade edecek, nasıl uygulanacaktır?

Bugüne kadar 6356 s.K. kapsamında üzerinde tartıştığımız konu belirli şekilde ele alınmışsa da, 4688 s.K. kapsamında tam bir değerlendirme yapılmamış, özellikle de bu iki hüküm arasındaki fark tam olarak belirtilmemiştir. Bu hükümlere ilk bakıldığında tamamen aynı olduğu zannedilebilir, ancak öyle değildir.

Konuyu Yargıtay 9. Hukuk Dairesi’nin 12.12.2024 tarihli ve E. 2024/13428, K. 2024/16115 sayılı[1] kararını merkeze alarak inceleyeceğiz. Zira Yargıtay 9. HD, verdiği bu kararda, aslında dava takip yetkisi ile ilgili bir konuyu tamamen ilgisiz bir başka yolla topluluk davası kapsamında değerlendirerek çözmüştür. Oysa ortaya çıkan hukukî sorunun, bilhassa somut olaydaki sorun bakımından uzaktan yakından topluluk davasıyla bir ilgisi bulunmamaktadır. Ancak, bu yanılgının ve yanlış tespitin 4688 s.K. m. 19/2-f hükmü konusunda, hatta 4688 sayılı Kanunun bizzat kendisi konusunda çok fazla bilgi olmamasından kaynaklandığını düşünüyoruz. Biz de bu vesileyle en azından konuya dikkat çekmek ve bu konudaki eksikliği gidermeye bir nebze de olsa katkı sağlamayı amaçladık.

Çalışmada 9. HD merkezinde sorunu ortaya koyarak, doğru çözümün ne olması gerektiği üzerinde duracağız. Bunu yaparken de 4688 s.K. ile 6356 s.K. bakımından konuyla ilgili farkları belirtmeye, durumu açıklamaya çalışacağız.

A. Yargıtay 9. Hukuk Dairesi Kararına Konu Olan Olay ve Merci Kararları

Üzerinde değerlendirme yapacağımız karardaki somut olayda bir üniversitede görev yapan ve aynı zamanda dekanlık şeklinde idarî görevi de bulunan bir öğretim üyesi, 4688 s.K. kapsamında sendikaya üye olmuş, üyelik dilekçesi ilgili rektörlüğe iletilmiştir. Ancak ilgili rektörlük, 4688 s.K. m. 15/1-d hükmünde yer alan “…fakülte dekanları, enstitü ve yüksek okulların müdürleri ile bunların yardımcıları,” ifadesi her ne kadar Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiş olması[2] sebebiyle bu açıdan üyeliğine bir engel olmasa da; bu öğretim üyesinin aynı zamanda dekan olmasından dolayı üniversitenin yönetim kurullarında ve senatoda yer alması sebebiyle aynı maddenin halen yürürlükte olan (c) bendi kapsamına girdiğini, bu bende göre de kurumun yönetim kurullarında yer alanların sendika üyesi olamayacağından üyelik formunu işleme almamıştır. Bunun üzerine kendisine üye olunan sendika tarafından doğrudan bu işleme karşı iş mahkemesinde dava açılarak, sendika üyeliğinin geçerli sayılması gerektiğini belirtilip öğretim üyesinin sendika üyelik hakkının ve sendikalarına üye bulunduğunun tespitine karar verilmesini talep edilmiştir.

Görülen davada yerel mahkeme, öğretim üyesinin sendika tarafından üyeliğe kabul edildiğini, davalı üniversitenin artık öğretim üyesinin sendikaya üye olup olmadığını değerlendirmeye yetkisinin bulunmadığını, üniversitenin iş mahkemelerinde üyeliğin iptali için dava açabileceğini, fakat açılmış böyle bir davanın da mevcut olmadığını, sendika üyeliğinin nasıl kazanılacağına ilişkin kanun hükmünün açıklığı karşısında, sendikanın üyeliğe kabul ettiği kişinin, ayrıca bir kez de mahkemece üyeliğinin tespitini talep etmekte hukukî yararının ve davacı sendikanın bu anlamda taraf sıfatının da bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar vermiştir. Karara karşı sendikanın istinafa başvurusu da bölge adliye mahkemesi tarafından esastan reddedilmiş; bu karara karşı da Yargıtay 9. Hukuk Dairesine temyiz yoluyla başvurulmuştur.

Yargıtay 9. Hukuk Dairesi yaptığı incelemede, hukukî yarar konusu üzerinde durmuş, Anayasa’nın sendika ve örgütlenme hakkını değerlendirmiş, konuyla ilgili bu kapsamda AYM ve AİHM kararlarına atıf yapmış, son olarak da 4688 s.K. m. 19/2-f hükmünü, yani sendikanın üyeleri bakımından dava açma imkânı ve yetkisini esas alan bir açıklama ve değerlendirmede bulunmuştur. Ardından HMK m. 113’de yer alan topluluk davasına değinmiş, bu çerçevede şu temel gerekçelerle kararı bozmuştur:

“Topluluk davası sendikaların kolektif nitelikli temsilen dava açabilme ehliyetlerini genişletmekte; bu tür bir davanın konusunu sendika üyelerinin bireysel haklarına teşmil etmektedir. Sendikalar, 6100 sayılı Kanun'un 113 üncü maddesi kapsamında belirtilen tüzel kişilerden biri olduğundan üyeleri adına bu maddeye göre dava açabilirler. Açılan dava üyelerinin menfaatleri ile ilgili olup, sendikalar bu dava türü ile üyelerinin haklarının tespitini; üyeleri hakkında hukuka aykırı durumun giderilmesini ve üyelerinin gelecekteki haklarının ihlâl edilmesinin önüne geçilmesini talep edebileceklerdir (Fevzi Şahlanan, Toplu İş Hukuku, İstanbul, 2020, s. 250).

Bu açıklamalar ışığında ifade etmek gerekir ki, somut olayda davacı Sendikanın üyesinin hakkını korumak için dava açabileceği tartışmasızdır. Diğer taraftan somut uyuşmazlık, sendikanın kendi üye sayısını da değiştirebilecek nitelikte olduğundan, doğrudan sendikanın da tüzel kişi olarak hukuki durumunu etkileyebilecektir. Bu itibarla Mahkemece işin esasının incelenmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ile yazılı şekilde hüküm tesisi hatalı olup bozmayı gerektirmiştir.”

Yargıtay 9. Hukuk Dairesi’nin bu kararına bakıldığında iki hususa vurgu yaptığı görülmektedir:

(i) Sendikanın üyesinin hakkının korumak bakımından topluluk davası zımnında bir dava açması mümkündür ve bu noktada da hukukî yararı vardır.
(ii) Kaldı ki, bu olmasa dahi, bu durum sendikanın üye sayısını da değiştirecek nitelikte olduğundan ve ilgilendirdiğinden tüzel kişi olarak da kendisi bakımından da bu davayı açabilecektir.

B. Tartışılması Gerek Hukukî Sorun

Öncelikle belirtmek gerekir ki, sendikanın üye sayısını değiştirebilecek bir durum olan böyle bir uyuşmazlıkta, sendikanın kendi hakkına dayanarak tüzel kişi olarak böyle bir dava açmasında hukukî yararın olduğu konusunda biz de Daire ile aynı görüşteyiz. Çünkü, sendikaların üyelerinin menfaatlerini korumak yanında, ayrıca kendileri de tüzel kişi olarak bağımsız hak ve ödevlere sahiptirler. Bu kapsamda kendi kişilikleriyle doğrudan ilgili uyuşmazlıklarda davacı ve davalı olarak yer alabilir ya da müdahil olabilirler. Başka bir deyişle, sendika bizzat kendi hakkına ilişkin bir iddiada bulunarak açtığı bir davada doğrudan asıl hak sahibidir, yani taraf sıfatına sahiptir. Somut olayda da belirtilen sebeplerle sendikanın kendi adına davacı olmasında hukukî yararın olduğunu söylemek mümkündür.

Asıl burada üzerinde durulması ve tartışılması gereken husus, sendikanın üyesinin hakkını korumak için açtığı davanın dayanağı ve hukukî gerekçesi nedir? Burada, üyenin müstakil bir talebinin mahkeme önüne getirilmesi, hakkının korunması ve bu çerçevede hüküm alınması ihtiyacı mı, yoksa daha kollektif bir yararın gerçekleştirilmesi amacıyla topluluk davası mı söz konusudur? Buna verilecek cevap hem açılacak dava türünü hem de sendikanın bu davadaki konumunu ve hukukî durumunu, keza sonuçlarını belirleyecektir.

Şayet sendika burada aslında üyenin doğrudan menfaatini korumak ve onun yargısal hüküm elde etme ihtiyacını karşılamak için dava açmak durumundaysa, o zaman ortada bir topluluk davasından değil, daha bireysel bir davadan söz edilecektir. Böyle bir durumda da, üzerinde durulacak konu, sendikanın üyesi için böyle bireysel bir davayı onun adına hareket ederek açıp açamayacağı, açacaksa da nasıl açacağıdır.

Eğer sendika burada üyenin bireysel bir menfaatinden daha çok üyeleri adına kollektif bir menfaati korumak için hareket ediyorsa, o zaman da topluluk davası açılıp açılamayacağı, topluluk davasının şartlarının bulunup bulunmadığı üzerinde durulmalıdır. Topluluk davasında ise dava açıldığında acaba sendika yukardaki durumdan farklı olarak doğrudan kendi adına mı, yoksa üyeleri adına mı bu davayı açıp hüküm almaktadır sorusu cevaplanmalıdır. Aşağıda bu soruların cevabını vermeye çalışacağız.

C. Sendikaların Üyeleri Adına Bireysel veya Topluluk Dava Açması

1. Sendikaların Doğrudan Üyeleri Adına Dava Açması (4688 s.K. ile 6356 s.K. Arasındaki Fark)

4688 s.K.’nun amacı, 1. maddesinde şu şekilde belirlenmiştir:

“Bu Kanunun amacı, kamu görevlilerinin ortak ekonomik, sosyal ve meslekî hak ve menfaatlerinin korunması ve geliştirilmesi için oluşturdukları sendika ve konfederasyonların kuruluşu, organları, yetkileri ve faaliyetleri ile sendika ve konfederasyonlarda görev alacak kamu görevlilerinin hak ve sorumluluklarını belirlemek ve toplu sözleşme yapılmasına ilişkin usul ve esasları düzenlemektir.”

6356 s.K.’da ise amaç 1. maddede şu şekildedir:

“Bu Kanunun amacı, işçi ve işveren sendikaları ile konfederasyonların kuruluşu, yönetimi, işleyişi, denetlenmesi, çalışma ve örgütlenmesine ilişkin usul ve esaslar ile işçilerin ve işverenlerin karşılıklı olarak ekonomik ve sosyal durumları ile çalışma şartlarını belirlemek üzere toplu iş sözleşmesi yapmalarına, uyuşmazlıkları barışçı yollarla çözümlemelerine, grev ve lokavta başvurmalarına ilişkin usul ve esasları düzenlemektir.”

Dikkat edilirse hükümler benzer ifadeler yer almakta, 6356 s.K. bu konuda daha ayrıntılı bir düzenlemeyi içermektedir. Burada temel farklılık, 6356 s.K. sendika ve toplu sözleşme bakımından daha genel bir düzenleme iken 4688 s.K. “kamu görevlileri” bakımından düzenleme yapmayı amaçlamaktadır.

Konuyla ilgili olarak ayrıca sendikaları üyelerinin menfaatlerini korumak için açacakları davadaki durumlarına da bakılması gerekmektedir. Bu çerçevede, 6356 s.K.’da sendikaların bu yönde dava açabilmesi şöyle düzenlenmiştir (m. 26/2)[3]:

“Kuruluşlar, çalışma hayatından, mevzuattan, örf ve adetten doğan uyuşmazlıklarda işçi ve işverenleri temsilen; sendikalar, yazılı başvuruları üzerine iş sözleşmesinden ve çalışma ilişkisinden doğan hakları ile sosyal güvenlik haklarında üyelerini ve mirasçılarını temsilen dava açmak ve bu nedenle açılmış davada davayı takip yetkisine sahiptir. Yargılama sürecinde üyeliğin sona ermesi üyenin yazılı onay vermesi kaydıyla bu yetkiyi etkilemez.”

4688 s.K.’da ise düzenleme şu şekildedir (m. 19/2-f):

“Üyelerin idare ile ilgili doğacak ihtilaflarında, ortak hak ve menfaatlerinin izlenmesinde veya hukukî yardım gerekliliğinin ortaya çıkması durumunda üyelerini veya mirasçılarını, her düzeyde ve derecedeki yönetim ve yargı organları önünde temsil etmek veya ettirmek, dava açmak ve bu nedenle açılan davalarda taraf olmak.”

Bu iki hüküm karşılaştırıldığında şu farklılıkların ortaya çıktığı söylenebilir:

  • 6356 s.K. bu konuda daha ayrıntılı ve açık bir hüküm içermektedir.
  • 6356 s.K.’da üyelerinin bireysel menfaatlerini korumak için sendikaların dava açabilmesi için, üyelerin yazılı başvurusu gerekmektedir. Oysa 4688 s.K.’da böyle bir başvuru şartı aranmamıştır.
  • Her iki düzenlemede de, üyelerini davada, yargılamada temsilden söz edilmekle birlikte; 6356 s.K.’da “davayı takip yetkisi”nden hareket edilirken, 4688 s.K.’da ise “davalarda taraf olmak” şeklinde bir ifade kullanılmıştır. Bu iki kavram usûlî bakımdan farklı anlamlara sahip kavramlardır.

Bu farklar mevcut olmakla birlikte bunların bilinçli bir farklılık olmadığı kanaatindeyiz. Özellikle 6356 s.K.’un daha sonra ortaya çıkması, dava takip yetkisi gibi kavramların bu dönemde hukukumuzda daha çok kabul görüp bir düzenlemeye de kavuşması bu farklılıkta etkili olmuştur. Ancak kanunda açıkça mevcut olan bir şeyi yok saymak veya tersi durum söz konusu olamayacağı ve hukuka uygun kabul edilemeyeceği için bu farkları bilerek hareket etmek gerekmektedir. Özellikle konunun usûl boyutu sebebiyle bu daha da önemlidir.

Burada belirtilen farklar yok sayılamayacağından uygulanması şartlarında bu fark gözetilse de her iki maddenin de amacı aynıdır. Bu sebeple 4688 s.K.’da davada taraf olmak şeklinde bir ifade kullanılsa da, üye yerine geçerek tam bir taraf konumunu almak hukuken mümkün olamayacağı için bunun dava takip yetkisi olduğunu kabul etmek gerekir. Aksi halde asıl hakkın muhatabı ve süjesi olmadığından farklı kararlar verilmesi veya engellerle karşılaşılması da mümkündür.

2. Davada Taraf Olmakla Dava Takip Yetkisini Kullanmak Arasındaki Fark ve Somut Olaydaki Durum

Medenî usûl sistemimizde, çekişmesiz yargıda ilgili kavramı esas alınırken, çekişmeli yargı, yani dava, taraf sistemi üzerine kurulmuştur. Davada davacı ve davalı olmak üzere iki taraf bulunmaktadır. Şeklî taraf teorisinin kabul edildiği yargılamada, hak aramak, hüküm elde etmek için, kendi adına hukukî korunma talep eden kişi davacı, onun talebini yönelttiği kişi ise davalıdır. Davacı ve davalı tarafta birden fazla kişi olabilir (dava arkadaşlığı) ve taraflar yanında onlara yardım amacıyla müdahalede de bulunup yargılamaya katılmak mümkündür (fer’i müdahale). Ancak yargılama her hâlükârda iki taraflıdır[4].

Bir davada taraf, doğrudan kendi menfaatini korur, ihlâl edildiği hakkı veya kendisine yöneltilen talebe karşı yine kendi adına hüküm elde etmek amacıyla davada yer alır. Davada hüküm de taraflar adına ve taraflar için verilir. Taraflar kendileri bu davayı yürütebilecekleri gibi, vekil aracılığıyla da yürütebilirler. Ancak vekil adına hüküm verilmez, vekilin taraf adına bağımsız bir hüküm elde etme yetkisi yoktur, sadece yargılamada onu temsil eder. Kanunî temsilde dahi asıl olan taraftır ve hüküm de onun için ve onun adına verilir. Taraf, hem hakla doğrudan bağlantılı kişidir veya öyle kabul edilir hem de yargılamanın bu anlamda süjesidir. Taraflar kendilerini bir vekille temsil ettirseler dahi, yargılamada asıl söz sahibi, davayı yürütme ve takip etme yetkisi taraflara aittir.

Şayet tarafla hak arasında bir bağlantı mevcut değilse o zaman sıfat (uygulamadaki yanlış ifade ile husumet) konusunda sorun var demektir. Çünkü, yargılamanın süjesi (yani hakkın asıl sahibi) ile yargılamanın objesi (yani hak ve davanı konusu) arasındaki bağ kurulamamaktadır. Bu bağın kurulması için şeklen taraf olanların, gerçekten de hakkın aktif veya pasif muhatabı olup olmadığına bakılmalıdır. Bu da kural olarak işin esasına girmekle anlaşılabileceğinden, bu durum esasa ilişkin bir itiraz konusudur. Bu açıklamalar dikkate alındığında bir davada asıl taraf hem hakkın gerçek sahibi hem de yargılamanın doğrudan süjesi ve muhatabıdır[5].

Bazı durumlarda ise, hak birine ait olsa da, farklı sebeplerle o hakkın sahibinin hak üzerinde tasarruf yetkisi mevcut olmaz, hakla ilgili uyuşmazlıkta yer alamaz ya da yer almaması söz konusu olabilir. Bu, bazen bir zorunluluktan bazen de hakkın daha iyi korunması ihtiyacından kaynaklanabilir. Bu hallerde, aslında tarafın taraf ehliyeti ve dava ehliyeti mevcuttur; ancak hak üzerinde belirli işlemleri yapması mümkün değildir, hak üzerinde tasarruf yetkisi yoktur, bunlardan biri de yargılamada hakla ilgili işlem yapmak ve hüküm almaktır. Böyle bir durum ortaya çıktığında asıl hak sahibi değil, hüküm elde etmek için dava takip yetkisini kullanan dava açmak ve davayı yürütmek yetkisine sahip olacak, hakkın esası bakımından değil ama usûlî bakımdan onun yerini alacaktır[6]. Hakkın asıl sahibi ile bu hakkın takibi bakımından yargılamadaki süje değişmektedir. Sıfat asıl hak sahibinde olsa da, yargılamanın süjesi artık dava takip yetkisini kullanandır. Bu açıdan dava takip yetkisi, ağırlıklı olarak usûlî bir kavramken, sıfat maddî hukukla ilgili bir kavramdır. Sıfatta sorun varsa, dava esastan reddedilecekken, dava takip yetkisinde sorun varsa bir dava şartında eksiklik olması bakımından usûlî bir karar verilecektir. Normal şartlarda herkes kendi davasında dava takip yetkisine sahipken, bu tür bir ayrım ortaya çıktığında artık başkası adına dava takip yetkisinin kullanımından söz etmek gerekir[7].

Hukuk Muhakemeleri Kanunu ile birlikte dava takip yetkisi açık bir kanunî dayanağa sahip olmuştur. Hukuk Muhakemeleri Kanunun 53. maddesinde dava takip yetkisi şu şekilde düzenlenmiştir:

“Dava takip yetkisi, talep sonucu hakkında hüküm alabilme yetkisidir. Bu yetki, kanunda belirtilen istisnai durumlar dışında, maddi hukuktaki tasarruf yetkisine göre tayin edilir.”

Kanunun bu tespitinde genel bir çerçeve çizilmiş ancak kendi adına veya başkası adına dava takip yetkisi ayrımı üzerinde durulmamıştır. Kanun koyucu bu konuda sorunun başkası adına dava takip yetkisi kullanımında ortaya çıkacağını düşünerek esasen kişinin kendisi adına dava takip yetkisini ifade etmekte veya ayırmakta pratik yarar görmemiştir denilebilir. Bu durumu da dikkate alarak şu tanım dava takip yetkisi bakımından daha belirleyici niteliktedir: “Dava takip yetkisi, bir kimsenin kendi veya başkasının hakkı için bir davayı kendi adına yürütebilme ve esasa ilişkin hüküm elde etme yetkisidir[8].

Hukukumuzda dava takip yetkisi tamamen serbestçe iradî bir şekilde, adeta bir vekile yetki tanınır gibi başkasına devredilemez ve tanınamaz. Bunun için kanunî bir dayanağın olması gerekmektedir. Kanunî dayanak olsa da, dava takip yetkisini kullanan, asıl hak sahibinin iradesi ve talebi ile bu yetkiyi kullanabileceği gibi, doğrudan kanunun tanıdığı yetkiden dolayı bu iradeye ihtiyaç duymadan da asıl hak sahibinden bağımsız şekilde bu yetkiyi kullanabilir. Bu sebeple dava takip yetkisinin kaynağı kanuna dayansa da, kullanılması iradî veya kanunî olabilir. İradî dava takip yetkisinin de hukukumuzda her hâlükârda kanuna dayanması sebebiyle bunun gerçek bir iradî takip yetkisi olmadığı belirtilse de, pratik bakımdan burada ancak tarafın iradesine bağlı bu yetki kullanılabilmektedir[9].

Konumuzla ilgili bir değerlendirme yapacak olursak şayet maddî veya usûlî hükümler arasında hiçbir kanunî düzenleme ve dayanak olmasaydı, sendikalar üyeleri adına bir dava takip yetkisi kullanamazlardı. Kanunda bu konuda hüküm bulunduğu için sendikaların dava takip yetkisinden söz edebiliyoruz[10]. Ancak dikkate edilirse 6356 s.K. ile 4688 s.K. arasında bu konuda farklılık mevcuttur. 6356 s.K.’a göre sendikanın üyesi adına davada yer alabilmesi için üyenin bir yazılı başvurusu gerekmektedir; oysa 4688 s.K.’da böyle bir şart yoktur.

Bu sebeple 6356 s.K. bakımından sendikaların dava takip yetkisi kanundan kaynaklanan iradî bir dava takip yetkisi iken, 4688 s.K. bakımından sendikaların dava takip yetkisi yine kanundan kaynaklanan, ancak doğrudan kanunî dava takip yetkisidir. Yukarıda da açıklandığı üzere 4688 s.K. çerçevesinde dava takip yetkisini kullanan sendika, üyenin bu konudaki başvurusu ve bir iradesi olmasa da bu yetkiyi kullanabilir, mahkemenin de bu yönde talep olup olmadığını araştırması söz konusu değildir.

Somut olaya bakıldığında da, sendikanın adına hareket ettiği öğretim üyesi kendi sendikasının üyesidir ve 4688 s.K. kapsamında bir durum söz konusudur. Bu durumda, sendika kendi üyesi ile ilgili üniversite arasında ortaya çıkan uyuşmazlıkta hukukî yardım gerekliliği sebebiyle yargılamaya dahil olmuş ve dava açmıştır. Öğretim üyesinin sendikaya üye olmasına rağmen, üyeliğin gerekleri bakımından üniversitenin gerekli işlemleri yapmaması sebebiyle sendika 4688 s.K. kapsamında üyenin de iradesine ihtiyaç duymadan doğrudan dava takip yetkisini kullanarak bu yola başvurmuştur.

Burada iradî değil, doğrudan kanunî bir dava takip yetkisiyle karşılaşmaktayız. Nitekim asıl hakkın sahibi ve muhatabı halen daha sendika üyesi olan öğretim üyesidir. İlgili üniversite bu konuda olumlu veya olumsuz anlamda öğretim üyesini muhatap almak ve işlem yapmak durumundadır. Zira, öğretim üyesinin üniversite nezdinde sendika üyesi olarak kabul edilmesi veya edilmemesinin yansıması dolayısıyla sendika bundan etkilenecek olandır. Ancak sendika halen daha hakkın asıl sahibi ve muhatabı olmayacak veya muhatabı haline gelmeyecektir.

Dikkat edilirse bu anlamda sendika kendi tüzel kişiliğinden kaynaklanan bir haktan daha çok üyesine ilişkin bir hakkın ihlâli sebebiyle dava açmakta ve davayı takip etmektedir. Sendika kendisinin sendika olarak bir hakkına ilişkin değil, 4688 s.K. m. 19/2-f kapsamında “bir üyesinin” ihtilafında onu yargı organları önünde temsil etmekte, üyeye ait olan dava takip yetkisini kullanmaktadır. Açılan davadaki konumu da taraf değil, dava takip yetkisidir.

4688 s. K. m. 19/2-f hükmü bu anlamda iyi bir düzenleme değildir. Çünkü, hükümde kullanılan “… üyelerini … temsil etmek veya ettirmek, dava açmak ve bu nedenle açılan davalarda taraf olmak” şeklindeki ifade de temsil ve taraf ifadeleri teknik ve doğru bir kullanım sayılmaz. Burada dava takip yetkisi kullanan kişi ne kanunî (veli, vasi gibi) ne iradî (avukat gibi) temsilcidir. Keza dava takip yetkisini kullanan kişi şeklen taraf konumunu alsa da, aslında taraf sıfatı ona ait de değildir. Nitekim 6356 m. 26/2’de de çok iyi bir ifade olmasa da açıkça sendikanın “davayı takip yetkisine sahip” olmasından söz edilmektedir. Yukarıda bu konuda yapılan karşılaştırmadan da anlaşılacağı üzere, her iki hükmün ifadeleri benzer ve aynı amaca yöneliktir. Ancak 4688 s.K.’un ifadesi bu amacı doğru şekilde anlatmamaktadır.

3. Topluluk Davası ve Somut Olaydaki Durum

Topluluk davası da hukukumuzda yeni sayılacak bir hükümle uygulama alanı bulan bir dava türüdür. 6100 sayılı HMK m. 113’de topluluk davası şu şekilde belirtilmiştir:

“Dernekler ve diğer tüzel kişiler, statüleri çerçevesinde, üyelerinin veya mensuplarının yahut temsil ettikleri kesimin menfaatlerini korumak için, kendi adlarına, ilgililerin haklarının tespiti veya hukuka aykırı durumun giderilmesi yahut ilgililerin gelecekteki haklarının ihlal edilmesinin önüne geçilmesi için dava açabilir.”

Bu hükümle düzenlenen topluluk davasında dikkat edilirse bireysel bir menfaatten çok, geniş veya dar anlamda belirli bir grubun, topluluğun menfaatlerini ve haklarını korumak amacıyla statülerine göre o topluluğu temsil ettiği düşünülen bir tüzel kişiliğin dava açması kabul edilmektedir. İlgili tüzel kişilik her konuda böyle bir dava açamaz; ancak kendi statüsüne ve kuruluş amacına göre uygun olan topluluk için dava açıp yürütebilir. Örneğin, hayvanları koruma derneği bu kapsamda davalar açabilir; ancak hayvanlarla hiç ilgisi olmayan genel bir tüketici davası açması söz konusu olmaz.

Topluluk davası daha kollektif haklar ve geneli ilgilendiren durumlar için söz konusu olduğundan yargılama hukukunun imkân tanıdığı her davanın topluluk davası olarak açılması hukukumuzda uygun görülmemiştir. Bu sebeple de;

  • ilgililerin haklarının tespiti,
  • hukuka aykırılığın giderilmesi,
  • ilgililerin gelecekteki haklarının ihlal edilmesinin önüne geçilmesi

amacıyla dava açılabilir. Burada tazminat davası gibi bir eda davasının açılması daha bireysel bir talep olduğu, ayrıca dava edilmesiyle icrasında da sorunlarla karşılaşılacağı için tercih edilmemiştir[11].

Konumuz bakımından asıl üzerinde durulması gereken husus, topluluk davasını açan tüzel kişinin, kollektif bir hak bakımından burada kendi adına taraf olarak yer alıp doğrudan taraf sıfatı ile mi bulunduğu yoksa daha usûlî bir konumu olup dava takip yetkisini mi kullandığıdır. Yukarıda verilen hükümde kanun koyucu tüzel kişilerin “kendi adlarına” bu davayı açtığını vurgulamaktadır. Ancak dava takip yetkisini kullanan da başkasının hakkını korusa da yine kendi adına, ancak adeta başkasının hesabına bu davayı açmaktadır. O sebeple bu ifade daha çok tüzel kişinin, kollektif menfaat için taraf konumunda olduğunu söylemeyi haklı kılsa da bunun tam gerekçesi olamamaktadır.

Tüzel kişinin bu davadaki konumu yabancı hukukta ve Türk hukukunda tartışmalıdır. Tüzel kişilerin topluluk davasında kendilerinin taraf olduğunu belirten görüşler bulunduğu gibi, tüzel kişilerin aslında temsil ettikleri kitle ve kişiler adına dava takip yetkisini kullandığı da kabul edilmektedir. Türk hukukunda nisbeten dava takip yetkisi görüşünün daha ağır bastığı da söylenebilir. Ancak hangi görüş kabul edilirse edilsin burada kollektif bir amaç ve hak koruması olduğu kabul edilmektedir[12]. Nitekim yukarıda verilen 113. maddede de “üyelerinin veya mensuplarının yahut temsil ettikleri kesimin menfaatlerini korumak için” çoğul ve kitlesel, kollektif bir bakış açısıyla topluluk davasının amacı belirtilmektedir. O sebeple bireysel talepler ve menfaatler, hak ihlâlleri topluluk davasının kapsamında sayılamaz.

Sendikalarda olduğu gibi, bir tüzel kişilik üyelerinin hakları için kanunda açıkça düzenlenmişse bireysel olarak onların adına bir davayı yürütebilir. Yine m. 113 gereği bir kollektif menfaat varsa o yönde de dava açabilir. Ancak ilk dava bir veya birkaç üyenin özel menfaatine hizmet etmekteyken, topluluk davası o kesiminin tümüne yöneliktir. Örneğin, bir işçinin, çalışanın/kamu görevlisi ödenmeyen ücret veya bireysel hakları için dava açılması durumunda münferit bir dava takip yetkisi ortaya çıkmaktadır. Ancak o işyerindeki iş koşulları sebebiyle açılan bir davada ise topluluk davası ortaya çıkacaktır[13].

Bu sebeple, münferit dava takip yetkisinin kullanıldığı durumlarda kesin hüküm aynı zamanda adına dava takip yetkisi kullanılan asıl tarafı da bağlamaktayken, topluluk davasında verilen hükmün farklı etkileri oluşsa da doğrudan bu anlamda bir kesin hüküm etkisi ortaya çıkmamaktadır. Bu sebeple örneğin, dava takip yetkilisinin açıp yürüttüğü davadan sonra, aynı dava farklı bir dava takip yetkilisi tarafından ya da asıl tarafça açılacak olsa kesin hüküm engeli (dava şartı) ile karşılaşacaktır. Fakat tüzel kişinin açtığı topluluk davasından sonra da temsil ettiği kitledeki kişiler de yeterince korunmadıklarını düşünüyorlarsa ayrıca dava açabilirler. Bu durumda örneğin, hukukî yarar yokluğu gibi bir sebeple ya da topluluk davasındaki hükmün delil etkisi sebebiyle bir karar verilebilirse de, kesin hüküm dava şartından dolayı davanın reddi söz konusu olmayacaktır.

Bu açıklamalar çerçevesinde sendikaların üyelerinin kollektif menfaatleri için açacakları topluluk davalarıyla onların bireysel menfaatleri için açacakları davaları birbirine karıştırmamak gerektiği ortaya çıkmaktadır. Aslında topluluk davası ile bir üyenin bireysel bir menfaati içi açılan davada kullanılan dava takip yetkisinin ayırt edilmesi bakımından sendikaların dava açması güzel ve çarpıcı bir örnektir. Çünkü, sendika, üyesi için dava takip yetkisini kullanarak bireysel bir dava açabileceği gibi, üyeleri adına topluluk davası da açabilir. O zaman açılan davada bu durum açıkça belirtilmiyorsa ya da bu davanın bireysel bir dava mı, topluluk davası mı olduğu konusunda tereddüt varsa neye göre nasıl bir ayrım yapılmalıdır? Bu soruya şu şekilde cevaplar vermek mümkündür:

  • Kanaatimizce burada asıl sorun 4688 s.K. kapsamında açılan davalarda ortaya çıkacaktır. Çünkü, 6356 s.K.’na göre bir üyenin menfaati için açılan davada üyenin yazılı bir başvurusu aranmaktadır. Böyle bir yazılı başvuru olmadıkça zaten sendikanın kendiliğinden ve doğrudan bir işçinin korunması amacıyla dava açması ve dava takip yetkisini kullanması söz konusu olamayacaktır. Oysa 4688 s.K.’da böyle bir başvuru aranmamış, sendikanın kanundan kaynaklı doğrudan bir yetki kullanması mümkün kılınmıştır.

  • Şayet kanunda aranmamış olmasına rağmen kamu görevlisi bir başvuru yaparak kendisi adına dava açılmasını talep etmişse bu durumda da kural olarak yine münferit dava takip yetkisi ortaya çıkacaktır. Ancak, sendika bunun aynı zamanda bir kollektif menfaat olduğunu düşünüyorsa bu yola da başvurabilir.

  • Burada ayırt edici diğer bir ölçü açılan davanın niteliğidir. 4688 s.K.’na göre sendika doğrudan açtığı davada tereddüt edildiğinde, bu şayet HMK m. 113 anlamında yukarıda sayılan dava kategorileri dışında kalıyorsa, örneğin bir çalışanın doğrudan özlük hakkına vs. yönelik ise, tazminat talebi mevcutsa o zaman bunun topluluk davası olmadığı açıktır. O zaman sadece burada sendikanın dava takip yetkisi şartları var mı onun araştırılması gerekir.

  • Tüm bunlara rağmen mahkemece açılan davada bir belirsizlik olduğu düşünülüyorsa sendikaya davanın bireysel bir dava mı, yoksa topluluk davası mı olduğu sorup aydınlatılmalıdır. Çünkü, gerek dava takip yetkisinin doğru tespiti gerekse yargılamada kullanılacak yetkiler ile verilecek hükmün etkisi buna göre ortaya çıkacaktır.

D. Değerlendirme ve Görüşümüz

Yargıtay 9. Hukuk Dairesi’nin kararına konu başlangıçta ayrıntısı verilen olayda, idarî görevi de olan bir öğretim üyesinin 4688 s.K. kapsamında sendikaya üye olmasını takiben üyelik dilekçesinin ilgili rektörlüğe iletilmesinden sonra rektörlük kendisinin üyelik formunu işleme almamış; bunun üzerine öğretim üyesinin üyesi olduğu sendika tarafından doğrudan bu işleme karşı iş mahkemesinde dava açılarak, sendika üyeliğinin geçerli sayılması gerektiği belirtilip öğretim üyesinin sendika üyelik hakkının ve sendikalarına üye bulunduğunun tespitine karar verilmesini talep edilmiştir. İlk derece mahkemesi ağırlıklı olarak burada dava açmakta hukukî yarar olmadığını, zaten öğretim üyesinin sendika üyesi olduğunu, dava açması gerekenin bunun iptali için rektörlük olduğunu belirtip davayı reddetmiş, istinaf başvurusunda da ilk derece kararı doğrultusunda istinaf başvurusu esastan reddedilmiştir. Yargıtay 9. Hukuk Dairesi ise sendika hakkının kapsamını ortaya koyup ilgili AYM ve AİHM kararlarına da atıf yaparak özetle burada sendikanın açtığı davayı HMK m. 113 kapsamında topluluk davası olarak nitelendirip somut olayda da sendikanın üyesinin hakkını korumak için dava açmasının mümkün olduğunu, ayrıca konunun sendika üye sayısı ile ilgili olmasından dolayı doğrudan kendi adına da dava açma yetkisinin bulunduğunu belirtip kararı bozmuştur. Daire bu kararı verirken yukarıda yaptığımız değerlendirmelerin ve ayrımların hiçbirini yapmadan HMK m. 113 hükmünden hareket emiştir. Karar kısmen doğru ancak, üye adına dava açılması yönünden eleştiriye açık ve yanlış bir karardır. Bu kararı incelememizin sebebi yol olması, emsal olması ve bu yanlışlığın önüne geçilmesi amacıyladır.

Karardan ve yukarıda yaptığımız açıklamalardan hareket edildiğinde, konunun üç boyutu olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu aynı zamanda sendikaların dava açarken de gözetmeleri gereken, keza yargı organlarının ayrım yapmaları gereken bir durumdur[14]:

  • Birinci ihtimalde; sendikalar doğrudan tüzel kişi olarak bu sıfatlarıyla kendi adlarına ve verilecek hükmün etkisi de yine kendi kişiliklerinde doğacak şekilde dava açabilirler. Bunlar bir tüzel kişinin kendi hak ve menfaatini korumak için açacağı genel davalar yanında, iş hukukundan kaynaklanan özel sebepler de olabilir. Burada temel anlayış bakımından 6356 s.K. ile 4688 s.K. arasında bir farklılık yoktur.

  • İkinci ihtimalde; sendikalar, aynı zamanda üyeleri adına onların bireysel hak ve menfaatlerini ilgilendiren uyuşmazlıklarda da davacı veya davalı olabilirler. Bu durumda sendikanın davada taraf sıfatı değil, üyesi adına dava takip yetkisini kullanması söz konusu olur. Burada üyenin kişisel bir menfaati ve o üye için sonuç doğuracak, diğer üyelere teşmil edilemeyecek, diğer üyeler için emsal karar olsa da, kesin hüküm etkisi oluşturmayacak bir hüküm ortaya çıkacaktır. Bu konuda 6356 s.K. ile 4688 s. K. arasındaki en önemli fark, 6356 s.K. uygulandığında, sendikanın üye adına böyle bir dava açabilmesi için üyenin yazılı bir başvurusu gerekmesidir. Dolayısıyla üyenin adına dava takip yetkisini kullandığı konusunda bir tereddüt kural olarak oluşmaz. 4688 s.K. bakımından ise, kanun koyucu yazılı başvuru şartını aramamıştır. Böyle olunca da sendika üyesinin açık bir başvurusu olmadan da onun adına dava açıp davada yer alabilecektir. Pratikte belki sendikanın bu durumda üyenin talebiyle haberi olsa da, kanunen böyle bir talep gerekmemektedir.

  • Üçüncü ihtimalde; sendikalar yine üyelerinin ve temsil ettikleri kitlenin hak ve menfaatlerini korumak için dava açabilirler. Ancak bu davalar bireysel değil, kollektif menfaatler için olabilir. O zaman da açılacak dava HMK m. 113’e göre topluluk davası olacaktır. Böyle bir ihtimalde, kesin hüküm etkisi doğrudan üyelerde gerçekleşmeyecek, ancak üyeler bundan yararlanacaktır. Ayrıca tazminat davası veya doğrudan bir üyeyi ilgilendiren bireysel menfaatler için böyle bir dava açılamayacak, kanunda sayılan üç halde böyle bir davanın açılması mümkün olacaktır. Böyle bir davada sendikanın davada doğrudan taraf mı yoksa temsil ettiği kitle adına dava takip yetkisini mi kullandığı tartışmalı olsa da, pratikte yukarıda ifade edilen durumlarda bir değişiklik oluşmayacaktır. Bu konuda da 635 s.K. ile 4688 s.K. arasında bir fark yoktur.

Şunu belirtmek gerekir ki, Dairenin bu ayrımları ve en azından sınırlı da olsa tartışmaları hiç yapmadan doğrudan topluluk davası yönünde bir gerekçe oluşturması yanlıştır ve yanıltıcıdır. Her ne kadar kararda sendika hakkından ve buna ilişkin hususlardan söz edilip ayrıntılı atıflar yapılmışsa da bunun bu anlamda sorunun çözümüne bir katkısı yoktur. Karar bu anlamda şıktır, doludur, ancak doğru değildir.

Keza kararda sorunun bireysel mi yoksa kollektif bir sorun mu olduğu, verilen kararın bireysel mi kollektif mi etki doğuracağı da hiç incelenmemiştir. Oysa oluşacak etki önemlidir. Örneğin, olaydaki öğretim üyesi için bir karar alındığında bunun benzer durumlarda da aynı etkiyi doğurması mümkün müdür? Çünkü, bireysel bir üyelik başvuru yapılmıştır; üniversiteye başvurulmuş ve talep reddedilmiştir, verilecek kararın da ancak bu öğretim üyesi bakımından sonuç doğuracağı açıktır. Şüphesiz kararın bir emsal özelliği vardır. Ancak her bireysel kararın da emsal değeri bulunmaktadır. Açıkça topluluk davası niteliklerini taşımayan bir davanın topluluk davası etkisi doğurması söz konusu olmayacaktır.

Denilebilir ki, somut olayda AYM tarafından iptal edilen hükmün ilgili kısmına rağmen, bu sefer de yine aynı durumda olan kişileri üniversitede yönetici (yönetim kurulu üyesi senatör) sayarak sendika üyeliklerinin kabul edilmemesi bakımından, davanın genel bir özelliği mevcuttur. Ancak o zaman da bireysel bir başvuru ve onun takibi anlamında değil, bu yönde davanın açılması, yürütülmesi gerekmektedir. Bununla birlikte olaydan anlaşıldığı kadarıyla böyle bir durum yoktur. En azından kararda buna açıklık getirilmeli ve tartışılmalıdır. Keza bir sorun görülüyorsa da yukarıda belirtildiği üzere en azından davanın aydınlatılması için tarafa açıklama imkânı tanındıktan sonra bunun yapılması uygun olacaktır.

Tüm bunların yanında sendikanın burada ne tür bir yetki kullandığının hiç üzerinde durulmaması da yerinde değildir. Çünkü, bireysel bir davadaki dava takip yetkisi mi, yoksa topluluk davasından hareketle bir davanın yürütülmesi söz konusudur, buna ilişkin hiçbir tartışma yapılmamıştır.

Uygulamamız bazı yenilikleri uygulamak konusunda tereddütlü ve çekingenken; bazı konularda da oldukça hevesli ve iştahlıdır. Bunun tipik örneği aslında az uygulanması gereken belirsiz alacak davasının adeta genel bir davaya dönüştürülmesidir. Her ne kadar Daire belirsiz alacak davasında verdiği kararlarda doğru bir yaklaşım sergilese de, anlaşılan odur ki, topluluk davası konusunda biraz daha hevesli davranma eğilimindedir. Bunun bir sakıncası yoktur, ancak kurumun doğru ve yerine uygulanmaması halinde hukukî sorunların ortaya çıkacağı da aşikârdır. Yine dava takip yetkisinin yanlış anlaşılıp uygulanması da, uygulamada sıklıkla karşılaşıldığı üzere, taraf, sıfat, dava ehliyeti, temsil kurumlarının birbirine yerine ve karışık uygulanması sonucuna götürecektir.

Tüm bunlara rağmen, Dairenin kararı, çok az bilinen 4688 s.K. m. 19/2-f hükmü ile daha sık uygulanan ve bilinen 6356 s.K. m. 26/2 hükmünün karşılaştırılmasına imkân veren bir karar olması bakımından; ayrıca dava takip yetkisi ile topluluk davası ilişkisi bakımından ilginç bir karar niteliği taşımaktadır.

Sonuç

Dava takip yetkisi ve topluluk davası 6100 saylı HMK ile hukuk sistemimiz içinde açık düzenlemeye kavuşmuştur. Ancak henüz her ikisi de istenen seviyede ve gereği gibi uygulanamamaktadır. Bunun farklı sebepleri olsa da, geçmişten bugüne gelen yanlış kavram kullanımları, alışkanlıklar, kavram ve kurumların birbirine karıştırılması, ilgisizlik, bilgisizlik önemli etkenlerdir. Doğru uygulandığında birçok sorunun kısa sürede çözümüne yarayacak kavram ve kurumlar dejenere edildiğinde, yararı bir yana bu sefer sakıncalı sonuçlar doğurmakta ve yargılamalar da gereksiz yere uzamaktadır.

Bu çalışmaya esas olan Yargıtay 9. Hukuk Dairesi’nin kararı farklı açılardan az veya yanlış bilinen konuları ele almaya vesile olmuştur. Bu karardan yola çıkarak, 4688 s.K. ile 6356 s.K. arasındaki fark, her iki kanunda sendikaların üyeleriyle ilgili dava açmaları konusundaki yetkileri; ayrıca dava takip yetkisi ve topluluk davası üzerinde durularak tartışılması imkânı doğmuştur.

Öncelikle her iki kanunda da sendikaların üyeleri adına, onların bireysel hak ve menfaatlerini korumak için dava takip yetkisini kullanması mümkündür. Ancak, 6356 s.K.’da bunun için üyenin yazılı başvuru aranmaktadır. Sendikalar bireysel hak ve menfaatler dışında ayrıca tüm üyelerini ilgilendiren, temsil ettikleri kitle adına topluluk davası da açabilirler. Fakat bu durumda ancak belirli davaların açılması ve kollektif bir yararın olması gerekmektedir. Bu iki ihtimal dışında ayrıca sendikanın üyelerinden ayrı bir tüzel kişi olarak kendisi adına da dava açıp yürütmesi ve bu davanın tarafı olması söz konusudur; ancak bunun diğer iki durumla ilgisi yoktur.

Bir sendikanın açtığı dava bu üç durum da oluşabilir. Şayet durum netse sorun yoktur. Örneğin, 6356 s.K. gereğince üye, sendikaya bireysel bir hakkı için yazılı başvurmuşsa, burada sendikanın üyesi adına dava takip yetkisi kullandığı açıktır. Ancak tereddüt halinde öncelikle, hangi kanun hükmünün uygulanacağı tespit edilmeli, sonra burada sendikanın kendi adına mı, bireysel bir hak için mi, kollektif bir hak için mi hareket ettiği tespit edilmeli, tereddüt halinde de gerekirse davayı aydınlatma ödevi yerine getirilmelidir.


* Bu çalışmanın ortaya çıkmasına Prof. Dr. Ömer Ekmekçi’nin çalışmada üzerinde durulan Yargıtay 9. HD kararını benimle paylaşarak kısaca, “Bu karar usûlî bakımdan doğru mu?” sorusunu sorması vesile olmuştur. Hem bu açıdan hem de iş hukuku yönünden değerlendirmelerden emin olmama sebep olmasından dolayı kendisinin; keza yine dava takip yetkisi konusunda en kapsamlı çalışmayı yapan Dr. Buse Dişel’in görüşü önemli katkı sağlamıştır. Bu sebeple değerli hocam Prof. Dr. Ekmekçi’ye ve Dr. Dişel’e teşekkür ederim.


Dipnotlar


  1. Karar için bkz. Lexpera İçtihat. ↩︎

  2. AYM, 13.09.2023, 2023/92, 2023/156 (Lexpera İçtihat). ↩︎

  3. Bu konuyla ilgili ayrıca bkz. Ekmekçi Ö./Yiğit E., Toplu İş Hukuku, 6. Bası, İstanbul 2024, s. 290 vd. ↩︎

  4. Tarafla ilgili açıklama ve temel kavramlar için bkz. Pekcanıtez H./Atalay A./Özekes M., Medenî Usûl Hukuku, 12. Bası, İstanbul 2024, 149 vd. Ayrıca bkz. Taş Korkmaz H., Hukuk Davalarında Gerçek Tarafın Belirlenmesi, İstanbul 2021, s. 5 vd.; Pekcanıtez H./Taş Korkmaz H., Bir Hukuk Genel Kurulu Kararının Değerlendirilmesi, Prof. Dr. Baki Kuru Anısına Armağan, C. IV, İstanbul 2025, s. 3142 vd. ↩︎

  5. Pekcanıtez/Atalay/Özekes, s. 157; Taş Korkmaz H., s. 89 vd., 195 vd.; Pekcanıtez/Taş Korkmaz, s. 3160 vd. ↩︎

  6. Dişel B., Dava Takip Yetkisi, İstanbul 2020, s. 8 vd.; Taş Korkmaz H., s. 44 vd., 167 vd.; Pekcanıtez/Taş Korkmaz, s. 3152 vd. ↩︎

  7. Dava takip yetkisi ve sıfat arasındaki ilişki ve fark hakkında bkz. Taş Korkmaz H., s. 200; Dişel, s. 111 vd.; Pekcanıtez/Taş Korkmaz, s. 3163 vd. ↩︎

  8. Dişel, s. 16. ↩︎

  9. Bu konuda ayrıca bkz. Dişel, s. 74 vd. ↩︎

  10. Bu konuda özellikle 6356 s.K. kapsamında sendikaların dava takip yetkisi için bkz. Dişel, s. 330 vd.; Ekmekçi/Yiğit, s. 296 vd. ↩︎

  11. Topluluk davası için bkz. Pekcanıtez/Atalay/Özekes, s. 239 vd.; Özbay İ./Uyumaz M./Balaban B. T., Anglo-Amerikan Hukukundaki Grup Davaları (Class Action) Çerçevesinde Türk Hukukunda Topluluk Davaları, Ankara 2024, s. 259 vd.; Taşpolat Tuğsavul M., Kollektif Hukuki Yarar Çerçevesinde Topluluk Davaları, İstanbul 2016, s. 191 vd. ↩︎

  12. Bu konuda tartışmalar için bkz. Dişel, s. 349 vd. ↩︎

  13. Sendikalar tarafından bireysel veya kollektif menfaat için dava açılması, farklar ve bu konudaki örnekler için ayrıca bkz. Taşpolat Tuğsavul, s. 142 vd.; Ekmekçi/Yiğit, s. 290 vd. ↩︎

  14. Ayrıca bkz. Ekmekçi/Yiğit, s. 290 vd. ↩︎

Lexpera Blog’da yayımlanan yazılar, yazarlarının görüşlerini ifade eder. Lexpera Blog’da bir yazıya yer verilmesi, o yazıda savunulan görüşlerin On İki Levha Yayıncılık tarafından benimsendiği anlamına gelmez. Yazılar, bilgi amaçlı olup, hukuki mütalaa ya da tavsiye niteliği taşımamaktadır.
5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu ve diğer mevzuat hükümlerine aykırı ve bilimsel yazma etik kurallarını aşan iktibaslar konusunda yazarların ve On İki Levha Yayıncılık’ın rızası bulunmamaktadır.
Author image
İzmir Websitesi
Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi, Medenî Usûl ve İcra İflâs Hukuku