Lexpera Blog

Arabuluculuğun Kötüye Kullanılmasının Önüne Geçmek Noktasında Dava Şartı Arabuluculukta Sürecin Başlatılma Aşamasına İlişkin Düzenlemelerde Değişikliğe Gidilme İhtiyacı Üzerine Bazı Düşünceler

Türkiye’de mahkeme bağlantılı zorunlu arabuluculuk modeli, dava şartı arabuluculuğa ilişkin düzenlemeler çerçevesinde uygulanmaktadır[1]. Dava şartı arabuluculuk ilk olarak, bazı iş uyuşmazlıkları için 7036 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’nun (İMK) 1.1.2018 tarihinde yürürlüğe giren 3 üncü maddesiyle uygulanmaya başlanmış; sonrasında oldukça ayrıntılı olan bu maddeyle neredeyse tamamen aynı olan 18/A düzenlemesinin 7155 sayılı Kanun’un getirdiği değişiklikle 6325 sayılı Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanunu’na (HUAK) eklenmesiyle genel düzenlemeye kavuşmuştur. İş uyuşmazlıkları dışında kalan (dava şartı arabuluculuğa tabi) uyuşmazlıklar için dava şartı arabuluculuk, bu maddeye istinaden yürütülmektedir. Halihazırda bazı ticari davalar ile bir kısım tüketici davalarında bu madde (m. 18/A) hükümlerine göre dava şartı arabuluculuk modeli uygulanmaktadır.

Dava şartı arabuluculuğa tabi bir uyuşmazlığın, mahkeme yargılaması yoluyla çözülmesi arzu edildiğinde, öncelikle arabuluculuk yönteminin denenmesi zorunludur. Bu zorunluluğun yerine getirilmesi için, dava açmak isteyen taraf, mahkemeye dava dilekçesi sunmadan önce (adliye)[2] arabuluculuk bürosuna başvurup arabuluculuk sürecini başlatmalıdır. Aksi halde, yani doğrudan dava açması halinde mahkeme, herhangi bir işlem yapmadan, yani dava dilekçesini davalıya tebliğ etmeden, dava şartı yokluğu sebebiyle davanın usulden reddine karar verecektir (HUAK m. 18/A, f. 2 son cümle; İMK m. 3/2 son cümle). Bu düzenleme çerçevesinde denilebilir ki, dava şartı arabuluculuğa tabi bir uyuşmazlıkta, dava açılmadan önce arabuluculuğa başvurulmuş olması dava konusuna ilişkin, eksikliği dava sırasında giderilemeyen ve olumlu bir dava şartıdır. Söz konusu düzenleme doğrultusunda, dava açılmadan önce arabuluculuğa başvurulup bu faaliyet olumsuz sonuçlanmasına rağmen son tutanak mahkemeye sunulmadan dava açılması durumunda ise, bu eksikliğin giderilmesi için bir haftalık kesin süre verilecektir. Verilen süre içinde eksiklik yerine getirilmezse, dava usulden reddedilecektir (HUAK m. 18/A, f. 2 birinci ve ikinci cümle; İMK m. 3/2 birinci ve ikinci cümle).

Dava şartı arabuluculuğa başvurulduğunda, arabuluculuk süreci, (adliye) arabuluculuk bürosuna başvurulmasıyla (HUAK m. 18/A, f.4) başlamaktadır. Kanun her ne kadar ihtiyari arabuluculukta sürecin başlamasına ilişkin HUAK m. 16’dan farklı olarak, dava şartı arabuluculukta sürecin ne zaman başlamış sayılacağına ilişkin açık bir düzenlemeye yer vermemişse de “Arabuluculuk bürosuna başvurulmasından son tutanağın düzenlendiği tarihe kadar geçen sürede zamanaşımı durur ve hak düşürücü süre işlemez” şeklindeki HUAK m. 18/A, f. 15 düzenlemesinden hareketle bu yönde bir değerlendirme yapmak kanaatimizce mümkündür.

Dava şartı arabuluculuğa başvurulmuş olması davanın açıldığı anlamına gelmemektedir. Yürürlükteki düzenlemeler (HUAK m. 18/A; İMK m. 3) dava açma işlemi ile dava şartı arabuluculuğa başvurma işlemlerini, taraf usul işlemi olarak, birbirinden ayırmakta ve farklı sonuçlara bağlamaktadır. Şu hâlde, dava şartı arabuluculuğa başvurulmasıyla davanın açılmasına bağlanan sonuçlar ortaya çıkmamakta; bilakis, arabuluculuk süreciyle ilgili başka bazı sonuçların ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Dava şartı arabuluculuğa başvurulmasının sonuçlarının ne olduğu hususunda Kanun’da açık bir düzenleme olmadığı gibi bazı sonuçların ne zaman doğacağı da ayrı bir soru işareti olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle gizliliğe ilişkin hükümlerin hangi andan itibaren cari olacağı; (adliye) arabuluculuk bürosuna başvurulurken uyuşmazlığın tüm unsurlarıyla ortaya konmasının gerekmemesi sebebiyle zorunlu arabuluculuk açısından derdestlik durumunun tespitinde hangi kriterlerin kabul edilmesinin gerekeceği, büroya başvuru işleminin bir taraf usul işleminin tüm özelliklerini taşıyıp taşımadığı ve başvurunun geri alınmasına hangi usul hükümlerinin uygulanmasının gerekeceği gibi meseleleri bu noktada tartışmalı konular olarak dile getirmek mümkündür.

Dava şartı arabuluculuğa başvurulması ve dava açma işlemlerinin birbirinden ayrılmasına yönelik Kanun’da benimsenen yaklaşım, uygulamada bazı sorunların doğmasına yol açabilmektedir. (Adliye) arabuluculuk bürosuna başvurulurken, uyuşmazlık konularının -ne ölçüde- ve -nasıl- belirtileceğine yönelik Kanun’da herhangi bir düzenleme olmadığından, dava şartı arabuluculuk sürecinin uyuşmazlık konularıyla ilgili belirsizlikler üzerine başlatılması ve bu sebeple gerekmediği halde mükerrer yürütülen arabuluculuk süreçleriyle karşılaşılabilmesi[3]; dava şartı arabuluculuk faaliyeti sonucunda tarafların uyuşmazlık konuları üzerinde anlaşmaya varmasına rağmen, arabulucunun hak kazandığı ücreti ödemekten kaçınmak amacıyla son tutanağın (HUAK m. 17/2) anlaşmama yönünde düzenlenmesini istemeleri bu sorunlar arasında sayılabilir.

Dava şartı arabuluculukta, arabuluculuk sürecinin başlatılma usulü ve sürecin başlangıç anının belirlenmesine ilişkin mevcut düzenlemeler, bu müessesenin kötüye kullanılmasına da müsaittir. Şöyle ki:

Tarafların üzerinde mutabık olduğu bir arabulucu tarafından sürecin yürütülmesini mümkün kılan HUAK m. 18/A, f. 5 düzenlemesinden yararlanılarak (uygulamada kimi zaman) uydurma uyuşmazlıklar üzerinden taraflardan biri arabuluculuk sürecini başlatmakta, sonrasında (her iki tarafın istediği bir arabulucu ile) görünürde bir arabuluculuk süreci yürütülmekte ve taraflar uyuşmazlık konuları üzerinde anlaşmaya varmadan süreç sonlandırılmaktadır. Arabulucu, görünürdeki bu arabuluculuk faaliyetinin ilk iki saati için Adalet Bakanlığı bütçesinden tarifeye göre ücret almakta (HAUK m. 18/A, f. 13) ve fakat taraflar dava açmadığı için, Devlet ödemiş olduğu ve yargılama giderlerinden sayılan (HUAK m. 18/A, f. 13 son cümle) bu ücreti davada haksız çıkan taraftan tahsil edememektedir. Kabul etmek gerekir ki, böyle bir senaryoda arabuluculuk müessesesi -belki ağır bir niteleme, fakat- hazineyi soymak için kullanılmış olmaktadır. Kanunda açıkça belirtilmedikçe, hiç kimse kendi lehine olan davayı açmaya veya hakkını talep etmeye zorlanamayacağından (HMK m. 24/2), ‘görünürdeki’ arabuluculuk süreci sonunda anlaşmaya varmayan ve fakat dava açmadan önce arabuluculuk sürecini başlatmak üzere adliye arabuluculuk bürosuna başvuran taraf, dava açmaya zorlanamamaktadır. Sicile kayıtlı arabulucuların sayısının gittikçe artması bu türden kötüniyetli uygulamaların (en azından arabulucu nezdinde) denetlenmesini güçleştirmektedir. Kısaca (bu senaryoda) kazanan ‘kötüniyetli’ arabulucu ve taraflar, kaybeden ise Devlet olmaktadır. Ortaya çıkan mali kayıplarının, bu defa anlaşamama sonrasında dava açılan hukuk uyuşmazlıkları çerçevesinde “arabulucuya ödenen ücretten vergi kesintileri yapılmasına rağmen dava sonunda haksız çıkan tarafa yargılama gideri olarak bu kesintilerin yapılmamış hali olan tarife ücretinin aynen yansıtılmasıyla” telafi edildiği ileri sürülebilirse de -kanımızca- soruna bu şekilde yaklaşılarak bir yanlışın başka bir yanlışla düzeltilmeye çalışılması, bir müsabakada hakemin yanlış vermiş olduğu bir karar sebebiyle takımlardan birinin uğradığı haksızlığı, diğer tarafa haksızlık ederek yanlış verdiği ikinci kararla telafi etmeye çalışması ya da kaçak elektrik kullanım sebebiyle uğranılan zararın elektriği kaçak kullanmayanlardan tahsil edilmeye çalışılması kadar isabetli olabilecektir.

Dava şartı arabuluculuğa ilişkin mevcut düzenlemelerin beraberinde getirdiği bir başka sakınca arabulucuyu ve Devleti zarara uğratmak amacıyla yapılmaktadır. Şöyle ki; dava şartı arabuluculuğa başvurulduktan sonra arabulucunun çaba ve gayretleriyle taraflar anlaşmaya varmakta, ancak sırf arabulucunun -tarafların anlaşmaya varmış olmaları sebebiyle- hak ettiği ücreti ödememek için taraflarca bu anlaşma gizli tutularak, anlaşmama tutanağının düzenlenmesi istenmekte ve fakat sonrasında (arabuluculuğa götürülen uyuşmazlıkla ilgili) herhangi bir dava açılmamaktadır. Böyle bir senaryoda da kazanan taraflar, kaybeden ise arabulucu ve Devlet olmaktadır. Zira arabulucu hak kazandığı ücretten mahrum bırakılmakta; Devlet ise, anlaşma dolayısıyla tahsil olunacak vergiden mahrum bırakılmakta ve ayrıca gerçekte mevcut olan anlaşma, süreç sonunda düzenlenen son tutanağa yansımadığı için arabuluculuk müessesesinin gerçek başarı oranı istatistiksel verilere yansıtılmamış olmaktadır.

Dikkat edilirse, yukarıdaki şekilde kötüniyetli uygulamalara yol açan temel sebep, dava açma işlemi ve dava şartı arabuluculuğa başvurma işlemlerinin birbirinden ayrılmasına yönelik Kanun’da benimsenen yaklaşımdır. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, dava şartı arabuluculuğa tabi bir uyuşmazlıkta dava açma işlemi ile (adliye) arabuluculuk bürosuna başvurma işlemleri tek bir işleme indirgenemez. Zira, her iki işlemde muhatap merci farklı olduğu gibi bu işlemlerin sonuçları da birbirinden farklıdır.

Yukarıda örnek kabilinden sayılan sakıncaların -özellikle dava şartı arabuluculuk müessesesinin kötüye kullanılmasının- önüne geçmek üzere, dava açma işlemi tamamlandıktan sonra tarafların arabuluculuğa zorunlu olarak yönlendirilmesine yönelik bir yaklaşım üzerine bu modelin yeniden inşası yoluna gidildiği varsayımında, böyle bir yaklaşımda çözülmesi gereken bazı meselelerin olacağı açıktır. Şimdi bu meseleleri biraz açalım:

İlk olarak, dava açma işlemi gerçekleştirildikten sonra davacının, (adliye) arabuluculuk bürosuna yönlendirilmesine yönelik bir yaklaşımın benimsenmesi, uyuşmazlığın, üzerinde müzakere etmeyi zorlaştıracak bir formda arabuluculuk sürecine taşınması riskini beraberinde getirecektir. Zira dava dilekçesinde davacı, yargılamanın çekişmeli (mücadeleci) yapısına uygun bir şekilde uyuşmazlık konularını dile getirmekte ve uyuşmazlığa hak perspektifinden yaklaşmaktadır. Bu aşamadan (yani davacının pozisyonunu, hak perspektifinden ortaya koyduğu bir dava dilekçesi mevcut olduktan) sonra uyuşmazlığın arabuluculuğa götürülmesi durumunda, davalı taraf -ister istemez- dava dilekçesinde yer alan iddialar ve bunların dayanak noktalarını dikkate alarak müzakere sürecine girmiş olacak ve bu süreçte tarafların yüksek bir ihtimal mücadeleci yaklaşımı benimsemeleri gündeme gelecektir. Böyle bir senaryoda, arabuluculuk sürecinden ne kadar verim alınabileceği bir soru işareti olarak karşımıza çıkacaktır. Şu hâlde denilebilir ki, dava açılmasından hemen sonra dava açan tarafın dava şartı arabuluculuğa yönlendirilmesine yönelik yaklaşım üzerine sürecin inşası, arabuluculuk müzakerelerinden olumlu sonuç alınmasını güçleştiren bazı riskler ihtiva edecektir.

İkinci olarak, dava açma işleminden hemen sonra değil, fakat dilekçeler aşaması tamamlandıktan sonra tarafların arabuluculuk yöntemine zorunlu şekilde yönlendirilmesini temin eden düzenlemelere gidilmesi düşünülebilir. Fakat böyle bir yaklaşım da biraz önce dile getirilen riskleri bünyesinde barındırmaya kanaatimizce devam edecektir. Taraflar, uyuşmazlık çözüm sürecine mahkeme yargılamasının mücadeleci ortamında başladıktan sonra arabuluculuğa tercihen değil de, zorunlu bir şekilde yönlendirildiğinde müzakere sürecinde arabulucu ilk etapta, tarafları dava sırasında benimsedikleri mücadeleci bakış açısından uzaklaştırmaya çaba sarf edecektir ki, az önceki ihtimalde olduğu gibi, burada da ne kadar verimli bir müzakere süreciyle karşılaşılacağı tartışmaya açılması mümkün bir mesele teşkil edecektir.

Şu hâlde, mahkeme bağlantılı zorunlu arabuluculuk modelinin yeniden inşasına gidilirken, bir yandan zorunlu arabuluculuk müessesesinin kötüye kullanılmasının önüne geçilmesini temin eden, diğer yandan tarafların problem çözücü, işbirlikçi müzakere yaklaşımlarını benimsemelerini kolaylaştıran bir müzakere ortamında süreci yürütmelerine katkı sağlayan düzenlemeler tesis edilmelidir.

Bu noktada önerimiz; dava şartı arabuluculuğa tabi uyuşmazlıklarda arabuluculuk sürecinin başlangıç aşamasına ilişkin olarak dava açma işlemi ile (adliye) arabuluculuk bürosuna başvurulması işlemlerini birbirinden ayrı tutan ve fakat (adliye) arabuluculuk bürosuna başvurulmasına, arabuluculuk müessesesinin kötüye kullanılmasının önüne geçilmesini temin eden bazı özel sonuçların bağlanmasına ilişkin düzenlemelere gidilmesi yönündedir[4]. Bu doğrultuda hazırlanan ve aşağıda yer alan değişiklik önerilerinde HUAK m. 18/A hükümleri esas alınmakla birlikte, 7036 sayılı Kanun’un 3 üncü maddesinde de benzer düzenlemelere gidilmesi değerlendirilmelidir.

[1] (Adliye) arabuluculuk bürosuna başvurulmasıyla, her ne kadar davanın açılmasına bağlanan sonuçlar ortaya çıkmasa da bu başvuruyla birlikte dava açma işlemi arasındaki irtibat kuran düzenlemelere gidilmesinin isabetli olacağı kanaatindeyiz. Bu bağlamda, dava şartı arabuluculuğa başvurulması doğrultusunda yürütülen arabuluculuk faaliyetinin olumsuz neticelenmesi üzerine, başvuruyu yapan taraf her ne kadar dava açmaya zorlanamasa da -Kanun’da belirtilecek belirli bir süre içinde- dava açmaması durumunda, yürütülen (ve olumsuz sonuçlanan) arabuluculuk faaliyeti neticesinde devlet tarafından ödenen arabuluculuk ücreti (HUAK) kendisinden tahsil olunabilmelidir[5]. Böyle bir yaklaşım, kanımızca hak arama özgürlüğünü kısıtlayıcı niteliğe sahip olmayacaktır. Zira, bir kimse dava açmaya karar verdiğinde her ne kadar bu davanın zorunlu arabuluculuğa tabi olması sebebiyle arabuluculuk faaliyetine yönlendirilse ve (henüz) dava açma işlemi gerçekleştirilmediği için, davayı geri alma gibi taraf usul işlemlerinin yargılama harç ve giderlerden sorumluluğa ilişkin hükümleriyle muhatap kılınamasa da dava şartı arabuluculuk faaliyetinin olumsuz sonuçlanmasına rağmen iddia ettiği hakkını aramak üzere dava açmadığında, yürütülen arabuluculuk faaliyeti neticesinde Devletin arabulucuya ödemiş olduğu ücretten sorumlu tutulmalıdır. Kanımızca bu, hakkını ‘gerçekten’ aramak isteyen kimseleri teşvik edici; dava şartı arabuluculuğun kötüye kullanılmasının önüne geçmeyi temin edici bir yaklaşım olacaktır. Biraz önce dile getirilenler çerçevesinde 6325 sayılı Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanunu’nun 18/A maddesinin 13 üncü fıkrasından sonra gelmek üzere aşağıdaki fıkranın eklenmesini öneriyoruz:

"Arabuluculuk faaliyeti sonunda taraflara ulaşılamaması, taraflar katılmadığı için görüşme yapılamaması veya iki saatten az süren görüşmeler sonunda tarafların anlaşamamaları hâllerinde, Adalet Bakanlığı bütçesinden ödenen arabuluculuk ücreti, son tutanağın düzenlendiği tarihten itibaren bir ay içinde dava açılmaması halinde, 21/7/1953 tarihli ve 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun hükümlerine göre arabuluculuk bürosuna başvuran taraftan tahsil olunur. Arabuluculuk bürosuna başvuran tarafın daha sonra dava açması halinde, bu ücret yargılama giderlerinden sayılır.”

Yukarıda yer alan ve 18/A maddesine eklenmesi önerilen düzenlemenin son cümlesi dikkate alındığında, arabuluculuk bürosuna başvuran taraf, bir ay geçtikten sonra dava açtığında da (bir ay içinde dava açmadığı için) daha önce kendisinden tahsil olunan arabuluculuk ücreti yine yargılama giderinden sayılacak ve (kural olarak) haksız çıkan tarafa yükletilecektir. Böylelikle bir aylık süre, dava açma hakkını kullanmak istemeyen taraf için cezalandırma vasfına değil, arabuluculuk müessesesinin kötüye kullanılmasını önleme vasfına sahip olacaktır.

[2] Dava şartı arabuluculuğa tabi bir uyuşmazlığa ilişkin olarak yürütülen ihtiyari arabuluculuk süreci de mahkemece bu uyuşmazlığın dinlenmesi için yeterli görülmelidir. Diğer bir deyişle; taraflar, ihtiyari arabuluculuk süreci yürütmüş ve fakat bir anlaşmaya varamamışsa, yürütülen bu süreç de Kanun’un aradığı dava açmadan önce arabuluculuğa başvurmuş olma şartını sağlamak noktasında yeterli kabul edilmelidir. Ayrıca, yukarıda dile getirilen kötüniyetli uygulamanın önüne geçmek üzere, tarafların belirli bir arabulucu üzerinde anlaşmaya varmak suretiyle dava şartı arabuluculuk sürecini yürütmeyi tercih etmeleri durumunda, gerçekleştirilecek arabuluculuk faaliyeti, ihtiyari arabuluculuk olarak nitelendirilmeli ve böyle bir süreç sebebiyle ödenmesi gereken arabulucu ücreti Devlet tarafından değil, bizzat taraflarca ödenmelidir. Bu açıklamalar çerçevesinde 6325 sayılı Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanunu’nun 18/A maddesinin dördüncü fıkrasının ve beşinci fıkrasının aşağıdaki şekilde değiştirilmesini öneriyoruz:

18/A, f. 4 "Dava konusu uyuşmazlığa ilişkin taraflar arasında daha önce yürütülmüş ve 17 inci maddenin birinci fıkrasının (a) bendi dışında kalan bir sebeple sonuçlanmış ihtiyari arabuluculuk faaliyeti yoksa başvuru, uyuşmazlığın konusuna göre yetkili mahkemenin bulunduğu yer arabuluculuk bürosuna, arabuluculuk bürosu kurulmayan yerlerde ise görevlendirilen yazı işleri müdürlüğüne yapılır."

18/A, f. 5 "Arabulucu, komisyon başkanlıklarına bildirilen listeden büro tarafından belirlenir. Ancak tarafların listede yer alan herhangi bir arabulucu üzerinde anlaşmaları hâlinde bu arabulucu görevlendirilir. Dava şartı arabuluculuk sürecinin taraflarca belirlenen arabulucu tarafından yürütülmesi halinde 13 üncü fıkra hükmü uygulanmaz.”


Dipnotlar


  1. Zorunlu arabuluculuk modelleri ile ilgili çeşitli ülkelerdeki uygulamaların genel bir analizi ve Türk hukukundaki düzenlemelerle karşılaştırılması için bkz. Özmumcu, Seda, “Karşılaştırmalı Hukuk ve Türk Hukuku Açısından Zorunlu Arabuluculuk Sistemine Genel Bir Bakış”, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, 74 (2), 2016, s. 808 vd. Türkiye’de uygulanan zorunlu arabuluculuk sistemine yönelik eleştirel bir analiz için ayrıca bkz. Ekmekçi, Ömer/Özekes, Muhammet/Atalı, Murat/Seven, Vural, Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk, 2. Baskı, İstanbul 2019, s. 125 vd. ↩︎

  2. Belirtmek gerekir ki, Kanun’da “adliye arabuluculuk bürosu” şeklinde bir terim mevcut olmamakla birlikte, Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanunu Yönetmeliğinde (R.G. 02.06.2018/30439) adliye arabuluculuk bürosu” ile “arabuluculuk bürosu” terimleri birbirinden ayrı anlamda kullanılmaktadır. Yönetmelikte yapılan ayrıma göre adliye arabuluculuk bürosu, arabuluculuğa başvuranları bilgilendirmek, arabulucuları görevlendirmek ve kanunla verilen diğer görevleri yerine getirmek üzere Adalet Bakanlığı tarafından adliyelerde kurulan birimi (Yönetmelik m. 4/1(a)); arabuluculuk bürosu ise arabulucunun işlerini yürüttüğü yeri ifade etmektedir. Yönetmelikte gidilen bu ayrım Kanun’daki sistematikle uyuşmadığı gibi kanımızca gerekli de değildir. Zira adliye arabuluculuk bürosu dışında sadece arabuluculuk bürosuna gönderme yapan tek bir düzenleme Yönetmelikte (ve Kanun’da) mevcut olmadığı gibi böyle bir düzenleme olsa dahi, arabulucunun işlerini yürüttüğü yeri ifade etmek üzere ayrıca bir tanım kuralı getirmeye gerek olmayacaktır. ↩︎

  3. Uygulamada, başvuru sahibinin aynı uyuşmazlık konularını ihtiva eden mükerrer başvuru yapmasını engelleyen bir prosedür olmadığı gibi, sonraki başvuru ile atanan arabulucunun -tarafların bunu beyan etmesi dışında- önceki başvurudan haberdar olmasına imkân tanıyan bir sistem de bulunmamaktadır. Bu noktada “daha önce aynı konuda arabuluculuk faaliyetinin yürütülmüş olması” karşısında dava şartı arabuluculuk kapsamında atanan arabulucudan, süreci “arabuluculuğa uygun olunmaması” ile sonlandırması beklenirken, arabulucunun bu durumdan ancak tarafların beyanı doğrultusunda haberdar olabilmesi, paralel yürüyen arabuluculuk süreçleri veya daha önce dava şartı kapsamında sonuçlandırılan bir arabuluculuk bulunmasına rağmen sürecin yeniden işletilmesi gibi uygun olmayan sonuçları beraberinde getirebilmektedir. ↩︎

  4. Tüm bunların dışında mahkeme bağlantılı alternatif uyuşmazlık çözüm yöntemlerine ilişkin düzenlemeler hazırlanırken, karşılaştırmalı hukuktaki örneklerden istifade edilmesi, konuya farklı açılardan bakılmasına önemli düzeyde katkı sağlayabilecektir. Bu noktada (bir örnek olarak) özellikle bkz. İsviçre hukukunda ‘zorunlu uzlaştırma’ (Schlichtungsverfahren) kurumu: Dırenisa, Efe, “İsviçre Medenî Usûl Hukukundaki Zorunlu Uzlaştırma Kurumuna Genel Bir Bakış”, Türk-Alman Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 3 (2), 2021, ss. 51-74. ↩︎

  5. Ayrıca bkz. ve karş. Schweizerische Zivilprozessordnung Art. 209 (Direnisa, s. 62-63). ↩︎

Lexpera Blog’da yayımlanan yazılar, yazarlarının görüşlerini ifade eder. Lexpera Blog’da bir yazıya yer verilmesi, o yazıda savunulan görüşlerin On İki Levha Yayıncılık tarafından benimsendiği anlamına gelmez. Yazılar, bilgi amaçlı olup, hukuki mütalaa ya da tavsiye niteliği taşımamaktadır.
5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu ve diğer mevzuat hükümlerine aykırı ve bilimsel yazma etik kurallarını aşan iktibaslar konusunda yazarların ve On İki Levha Yayıncılık’ın rızası bulunmamaktadır.
Author image
Rize | RTEÜ Hukuk Fakültesi | Medenî Usûl ve İcra İflâs Hukuku Anabilim Dalı
(Dr.) Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Hukuk Fakültesi Medenî Usûl ve İcra İflâs Hukuku Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.
Author image
Atatürk Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Ticaret Hukuku Anabilim Dalı